21 Haziran 2020 Pazar

Yetim...

Lütfen sessizlik bir YETİM ağlıyor ...
Henüz daha sabah olmadan,avazımız çıktığı kadar bağıra bağıra babalar günü kutlu olsun demeden önce şöylece çevremize bakıp acaba ŞEHİT çocuğu var mı,yetim var mı çevremizde diye bakarak kutlayalım babamızın bu özel gününü.
Bizler baba derken çevremizde YETİM var mı diye bir kolaçan edelim.
İnsanlık diyoruz ya işte tam zamanı.
Hem insanlığın hemde adamlığın.
Bir baba olarak bu özel günde bir yetimin başını samimiyet ile okşamanın zamanı değil mi ?
Oğlum baban yerini tutamayız ama unutma ki ben buradayım senin en yakınındayım diyebilmek ve hissettirebilmek.
Hele hele bu aziz vatana canını feda eden o aziz şehitlerimizin evlatlarına olan bu borcumuzu ödemenin tam zamanı değil mi ?
Ülkemde sessiz ağlayan yüreklerimizin olduğunu hatırlamanın tam zamanı değil mi?
Biz baba derken gözlerini sağa sola kaçıran ,yere bakan,mahzun olan yürekleri görelim lütfen.
Hele hele tanımadığımız ve bilmediğimiz çocuklara anne ve babasını sormayalım.
Zülfi-yara dokunur da bir yetimi mahzun ederiz maazallah.
O sessiz hıçkırıklara kulak verelim.
Bir yılı 365 gün olmadığını bizlere söyleyen çocuklara boş gözlerle bakmayalım.
Bilelim ki anne-baba günlerini yılın günlerinden çıkaralı kim bilir kaç yıl oldu o yetimin.
SESSİZ OLALIM LÜTFEN ...
Sanırım dostlar bu kadar yeterli.
KALBİNİZİN SAHİBİNE EMANET OLUN ...
Mustafa YERLİ

20 Haziran 2020 Cumartesi

Kırk yaşındasın ...


Günahkar bir dille;
Allah azze ve celle

Ya rasulallah,
Âlemlere rahmet hayatın geçiyor kalbimizden,
Kalbimizden seyrediyoruz seni.

İşte
Bir yaşındasın,
Beni sa'd yurdundasın
Sana süt anne olmadı kadınlar
Bu yüzden dargın bulutlar
Bir damla yağmur indirmiyor
Kıtlık hüküm sürüyor beni sa'd yurdunda
Minicik bir bulut var gökyüzünde
Sana aşık...
Ayrılmıyor başucundan
Ve insanlar yağmur duasında...
Hz.halime kucağına alıyor seni
Yeryüzünde bir gölgelik...seni güneşten korumak için
Oysa minicik bulut gökyüzünde
Sana meftun, sana kilitli...
Ve dua eden rahibin kucağındasın
Dünyalar güzeli gözlerine bakıyor rahip
Kıtlığı da unutuyor, yağmuru da, duayı da
Ama sen unutmuyorsun
Uğruna canlarımız feda o gözlerinle gökyüzüne bakıyorsun
O minicik bulut ilişiyor bakışlarına
Büyüyor, büyüyor...
Sonra nazlı, nazlı yağmur damlaları iniyor buluttan
Fakat çoğusu bilmiyor yağmurun geliş sebebini
Çoğusu bilmiyor seni...

Altı yaşındasın
Medine-i münevvere yolundasın
Yanında aziz annen ve ümmü eymen
Yetimliğini hissediyorsun baba kabristanında
Sonra yolda, ebva'da öksüzlük karşılıyor seni
Mekke'ye annesiz giriyorsun
Abdulmuttalip bir başka seviyor seni
Ebu talip bir başka seviyor

Ya rasulallah
Mekke çocukları annelerine seslenirler miydi senin yanında
Onlar anne deyince sen yere mi bakardın
Mekke rüzgarları kaç gece gözyaşlarını taşıdı ebva'ya
Kaç gece anne diye hıçkırdın
Efendim!
Senin yerine de anne dedik annemize
Senin yerine de baba dedik

Yirmi beş yaşındasın
Ve bambaşkasın
Kimse sana denk değil
Şefkat yayıyor kokun
Güven veriyor sesin
Sen muhammed-ül emin' sin

Otuz üç yaşındasın
Dalga dalga rahmet var

Otuz beş yaşındasın
Hadi gel bekletme yar
İniltiler çalıyor kapısını göklerin
Hadi gel bekletme yar
Sinesi çatlayacak rasul bekleyenlerin...
Hadi gel ey yâr!
Nurdağına davet var

İşte
Kırk yaşındasın
Hira nur dağındasın
Cibril iniyor göklerden
Ve nokta nokta her yerden salat, selam yükseliyor
Sen kâinatın yüreğinden hasretle kopan " ah! " sın
Karanlık gecelerimize sabahsın
Sen nebiyullahsın
Sen habibullahsın
Sen rasulullahsın

Niye incittilerki seni sultanım
Niye işkence yaptılarki sana
Ebu talip öldü diye mi bu pervasızca saldırılar
Himayesiz kaldın diye mi
Kabe'deki ağlayışın geliyor gözümüzün önüne
" amca yokluğunu ne çabuk hissettirdin " diyişin
Haremde namaz kılışın geliyor aklımıza
Başına pislikler saçılıyor
Başlar feda o mübarek başına
Nasipsizler sana bakıp nasıl da gülüyorlar
Biri koşuyor mekke sokaklarından sana doğru
Biri koşuyor ama sanki yere inmiş arş-ı Âla
" bu koşan kimdir " diye bir soru dolaşıyor boşlukta
Bu koşan kim?
Ve cevap veriyor biri:
Muhammed' in kızı fatımatüz-zehra
Velilerin anası...
Yüzünü gözünü siliyor biricik kızın
Sana yeryüzünde en çok benzeyen
Gülmesi sen, ağlaması sen
" ağlama kızım " diyişin geliyor aklımıza
Niye çıkardılar ki yurdundan seni
Himayesiz kaldın diye mi
Onlar bilmiyorlar mıydı seni himaye edeni
Seni yetim bulup barındıranı
Seni alemlere rahmet kılanı
Onlar deli diyorlardı sana, sen susuyordun
Mecnun diyorlardı, şair diyorlardı, sen susuyordun
"seni bizim elimizden kim kurtaracak" diyorlardı
Sen,
Sen " allah! " diyordun
Allah azze ve celle
Semayı haşyet kaplıyordu
Sen " allah! " diyordun
Arş-ı Âla titriyordu
Bedir' de " allah! " diyordun
Üç bin melek iniyordu alaca atlarda
Yüz yirmi beş bin sahabi :
" anam babam sana feda olsun " diyordu

Ya rasulallah
Medine-i münevvere sokaklarında yürüyordun
Neccar oğulları'nın küçük kızları seni görünce
Sevinçten ne yapacaklarını bilememişlerdi
" beni seviyor musunuz " diye sormuştun onlara
" seni çok seviyoruz ya habiballah " demişlerdi
Sen de:
" allah biliyor ki ben de sizi çok seviyorum" demiştin
Bu gün yaşayan gençler var
Neccar oğulları'nın kızları diğil belki
Ama seni onlar da çok seviyor
Gözyaşlarından belli ki seni canlarından çok seviyorlar
Senden başka kimseleri yok
Allah biliyor ki sen onları da çok seviyorsun

Altmış üç yaşındasın
Refik-i Âla duasındasın
Senin için siyah yünden çizgili bir cüppe dokunmuştu
Kenarları beyazdı
Onu giyerek ashabının yanına çıkmıştın
Ve mübarek ellerini dizine vurarak :
" görüyor musunuz ne kadar güzel " demiştin
Meclisinde bulunan biri sana seslenmişti :
" anam babam sana feda olsun ya rasulallah, onu bana ver "
Niye istemişti ki senden sevdiğini bile bile
İstendiğinde katiyyen " hayır " demediğini bile bile
" peki " dedin o zata
Ve sen yine yamalı, eski cübbeni giydin
Dostuna kavuşmana bir hafta kalmıştı
Aynı cübbeden yine yine diktiler
Ama giyinmek nasip olmadı
Haberler uçurmuştun ebu hureyre' nin diliyle :
" benden sonra öyle kimseler gelecek ki, keşke peygamberi görseydik de ne malımız ne evladımız olsaydı diyecekler "
Ve hz. enes ile paylaşmıştın özlemini
" beni görmedikleri halde bana iman eden kardeşlerimi görmeyi çok isterdim"

Sultanım!
Ey medine minberinde " ümmeti, ümmeti " diye hüznü giyen sevgili
Ey mekke mihrabında alemler hesabına " allah! " diyen sevgili
Bize lütfu ilahi bahşedilen kapına diz çöktük, bey' at ettik
Rabbinden bize ne getirdi isen amenna
Duyduk, itaat ettik

Ya rasulallah
Sen hâlâ kırk yaşındasın
Ve hâlâ ümmetinin başındasın...

Dursun Ali Erzincanlı

17 Nisan 2020 Cuma

Dosta Sezleniş


DOSTA SEZLENİŞ …

Yaşımız kemale erdi. Şairin dediği yolun yarısını geçeli 15 sene oldu. Her yaşın ayrı bir güzelliği var söyleminin de önemini anladık. Daha erken yaşlardaki hırçınlıklarımızın yerini bugün her olaya sabırla ve hassasiyetle bakma yetisini kazandığımıza inanıyoruz. Bunu bizlerde oluşan bir tecrübe olarak da adlandıra biliriz.

İnsan her yaşta yeni yeni tecrübeler ediniyor. Efendimizin bizlere olan öğüdünde BİR GÜNÜ DİĞERİNDEN DAHA VERİMLİ OLMAYAN KİŞİ ZİYANDADIR uyarısı bizlerin her günümüzü daha verimli geçirmemiz ve yaptığımız işlerin her birinin faydalı birer iş olarak amel defterine yazdırmamız gerektiğini biliyoruz.

İnsan yaşamı boyunca çok çevre edinir. Bunların içinde pırlanta değerinde kişilerde vardır,altın değerinde kişilerde vardır,gümüş,bronz ve teneke değerinde kişiler de vardır. Kişileri ilk tanıdığımız da insan oldukları için değer veririz. Sonra bu kişiler bizim nazarımızda yaptıkları ile kendi değerlerini kendileri belirler. Ve hayatımızı da o kişileri değerine göre konumlandırır davranışlarımızı ona göre belirleriz. Tanımadan etmeden bizlerin vereceği değerin bir kıymeti yoktur.

Yaşını almış büyüklerimizin bizlere insanı tanıma konusunda bir söylemleri olmuştur. Her birimizin bilgisi dahilinde olan bir bilgidir. Kişiyi tanımanın üç kuralı vardır derler. YOLCULUK ETMEK,ALIŞ VERİŞ ETMEK ve KOMŞULUK ETMEK. Bu dönemde gerçekten bir ölçü idi hatta günümüzde de geçerli.
Bugün bunlara çok daha farklı veriler eklendi. Hatta hiç bu üç kuralı denemeden ve kendimizi riske atmadan yeni yollar oluştu.

KAP İÇİNDEKİNİ SIZDIRIR…

Günümüzde sosyal medya diye bir gerçek var. Sosyal medya ucu bucağı olmayan veri tabanına sahip. Kişileri tanımak inanın o kadar kolaylaştırdı ki anlatamam. Karakteri nedir,ne yer ne içer,neden hoşlanır,nerelerde dolaşır daha bir sürü veriye o kişi hakkında ulaşabiliyoruz. Hatta GELİN-DAMAT bakacağımız zaman hemen sosyal medyasına bakma ihtiyacı duyarız.
İnsan nasıl ki evine İTİ,KOPUĞU almıyor ise bu sosyal medyada bulunan hesaplarına da İTİ,KOPUĞU almıyor.

Burası çok önemli işte. Ben de yeni tanıştığım birisini hemen sosyal medyadaki hesaplarına bakarak karakter analizi yaparım. Yaşantısı,fikriyatı,vatan,kur’an,millet,devler,bayrak sevgisi nedir benimle arkadaşlık yapabilirmi veya ben onunla yapabilirmiyim bunu fazla zorlanmadan anlayabilirim.

Dedik ya kap içindekini sızdırır diye. İnsan kendini ne kadar saklasa bile bir nokta gelir ki gerçek yüzünü göstermek zorunda kalır.
İnsanlara hataları ile birlikte ve insan oldukları için değer vermeliyiz. İnsan eksiktir bunu biliriz. İnsan hata yapar bunu çok iyi biliriz. Ve her şeyden önemlisi eğer yaptığı hatada ısrar etmez pişman olur, HAK huzurunda tövbe eder ve bir daha o hataya dönmemeye söz verirse bizim söyleyecek sözümüz kalmaz. Tövbesi makbul olsun der ve yargılamaktan beri dururuz.
Bu söyleyeceklerim çok önemli dostlar.

Kişilerin sosyal medya da ki şahsi sayfalarında tanımak %100 gerçek veriyi verir bize. Bizleri takip eden dostlarıma sesleniyorum. Bizim sayfamızda PIRLANTA kişileri görmek istiyoruz. Vatan haini,Kur’an düşmanı,Bayrak düşmanı,Millet düşmanı ve Devler düşmanı kişileri görmek istemiyoruz. Bunlar bizim kırmızı çizgilerimizdir. Bizim çok takipçi edinme gibi bir çabamız yok. Bizim çabamız eşi benzeri olmayan kıymetli takipçilerimizin olmasını arzuluyoruz. Az olan şey kıymetlidir. Lütfen alınmayın ne olur. Bazı arkadaşların sayfalarına bakınca onun adına utanıyorum. Bazen hiç okumadan bile paylaşım yaptıklarına şahit oluyorum. Bu sosyal medya sayfanız inanın eviniz gibi mahremdir,özeldir ve kıymetlidir. Bunun farkında olmanızı umut ediyorum.

Bu vesileyle COVİT-19 imtihanının tez zamanda bitmesini yüce Allahım’dan diliyorum. Bizleri daha müreffeh günlere sağlıkla , huzur ile yetişmemizi nasip etsin yüce yaradanımız. Kalın sağlıcakla.

#HayatEveSığar


KALBİNİZİN SAHİBİNE EMANET OLUN …

Mustafa YERLİ

12 Nisan 2020 Pazar

MONARŞİ ...


12.04.2020
MONARŞİ :
Siyasal gücün bir tek kişinin elinde bulunduğu ve yönetimin genellikle kalıt yoluyla aile bireylerine geçtiği devlet biçimi.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
OLİGARŞİ :
Siyasal gücün birkaç kişiden oluşan küçük bir grubun elinde bulunduğu yönetim biçimi.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
DEMOKRASİ:
Siyasal denetimin doğrudan doğruya halkın ya da düzenli aralıklarla halkın özgürce seçtiği temsilcilerin elinde bulunduğu, toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimi.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
CUMHURİYET :
Ulusun, egemenliğini kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı devlet biçimi.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
İnsan merak ediyor acaba bizi gerçek anlamda kim yönetiyor diye. Ülkeler arasındaki savaşlar genellikle diğerine hükmetmek için verilmiş birer çabadır.
Her savaşın sonunda bir galip bir de mağlup olur. Bunu kimin kazandığını nasıl anlarız peki ? Türk milleti olarak iki bin yıllık bir geçmişe ve devlet geleneğine sahibiz. Hiçbir zaman bu aziz millet devletsiz kalmamıştır. Bunu başarabilen dünyada devlet sayısı az denecek kadardır.
Monarşi yönetimi sadece bir kişinin iki dudağı arasından çıkan kararların kanun hükmünde olmasıdır. Bu yönetim devletin uzun ömürlü olması için tercih edilen ve amaçları kati olan bir düzendir. Bu düzen içerisinde sadece devletin bekası önemlidir. Hiçbir şekilde kişiler ve halk ön planda olmaz.
Yakın bir tarihte bizlerin canlı olarak izlediği İngiltere seçilmişler ve Kraliçe arasındaki kırılmaya şahit olduk. Bu nasıl bir kırılma idi peki ? Kraliçe AB (Avrupa birliği) den çıkmak istedi. Seçilmişler (Theresa Mary May ) ise AB de kalmak istediler. Bu çekişme bir müddet devam etti ve sonunda Kraliçe seçilmişlerin meclisini 15 gün tatil etti. Bu bizim mantığımıza göre Demokrasiye müdahale idi. Halbuki İngiltere’de ki demokrasi Kraliçenin iki dudağı arasında olduğunu bilmeyenler çok şaşırdı. İngiltere’de yapılan seçimlerin tamamı Kraliçenin kontrolünde olan bir seçim ve buna da demokrasi demek ne kadar doğru ?
Bir müddet sonra meclis açıldı ve Başbakan MAY istifa ederek seçime gidildi. Halbuki bu arada referandum bile yapılmıştı.
Seçimler de dedesi bir Türk hain olan kişinin torunu BORİS JOHNSON seçildi. İlk icraatı AB den çıkmak oldu. Bunu hemen Kraliçe de onayladı. Monarşideki Demokrasiler angarya işleri yapmaları için seçilen kişiler olarak not etmemizde sakınca yoktur sanırım.
Buraya kadar sizlere bir yapının nasıl işlediğini anlattım.
ŞİMDİ ……
Asıl konumuz bu tarz yönetimlerin dünyayı sömürüdeki aletleri ve sistemleri nelerdir ? Bunu bir irdeleyelim.
Demokrası gerçek anlamda özgür bir yönetim biçimi olduğu kanaati her birimiz için doğru kanaattir. Halkın seçtikleri ve halkın istedikleri birinin başa gelmesi ve yönetmesi olarak biliriz.
Gözden kaçırdığımız önemli noktalar olduğunu ya hiç akletmeyiz veya görmemezlikten geliriz.
Demokrasilerin ana unsuru partilerdir. İşte olay buradan başlıyor ve buradan yorumlayalım.
Partiyi kim kuruyor. Bunu kuran kişinin kabiliyeti ve dış bağlantıları var mı veya ne kadar milli. Daha sonra sistemin işlemesi için Millet Vekillerinin tespiti. İşte burada da bir sıkıntıyı sizlerle paylaşmak isterim. Millet vekili adaylarının halk tarafından değil de parti liderinin vereceği karar ile seçilmesi. Bu da ayrı bir Monarşi modeli. Daha işin başında iken monarşi işin içine giriyor. Seçimlerin yapılması ve iktidar olunması halinde monarşi yine devam ediyor. Halk sadece oy kullanıyor ve partinin göstereceği adaya dahi müdahil olamıyor. Parti lideri hegemonyası aynen devam ediyor. Buna ben Demokrasi Monarşisi diyorum. Demokrasinin ana ifadesinden tamamen uzak.
Demokrasinin üzerinde üniter bir yapı olarak da Cumhuriyet şapkası var. Bunu burada tahlil etmeyeceğim.
Dünyaya baktığımızda sömüren ülkeler Monarşi ile yönetiliyor, sömürülen ülkeler ise Demokrasi ile yönetiliyor. Yönetim biçimi Demokrasi olan ülkelerin birer sömürge ülkesi olduklarına kanaatim tamdır. Çünkü Monarşisin matbu olmayan kanunlarına göre her yaptıkları savaştan sonra mağlup ettikleri ülkeyi Demokrasi ve Cumhuriyet olarak yönetim biçimini ihdas etmeleri. Bu sayede sömürülerini Demokrasi adı altında tepki çekmeden yapmalarını sağlamış oluyorlar.
Demekraside başka bir tehlikede kolaylıkla adam devşirebilmeleri. Her toplumda olduğu gibi bizim toplumumuzda farklı ırklardan oluşmakta. Bazen cehaletini kullanarak, bazen dini inançlarını kullanarak bazen de kavmi milliyetçiliği kullanarak adam devşirebiliyorlar. Ve bunu çok kolay yapıyorlar. O kadar güçlüdür bu Monarşi yönetimi ki kanunları bile kendi çıkarlarını koruyacak şekilde bizlerin seçmiş olduğu vekillere kabul ettirerek kanunu yürürlüğe koyarlar.
BU MODERN ÇAĞDA DEMOKRASİ MONARŞİNİN KÖLESİDİR...
Dünyanın hiçbir yerinde Demokrasinin gerçek anlamının zuhur ettiği bir devlet yoktur. Bu büyük bir iddiadır. Bu iddiayı çürütmek isteyen dostların olayı hiç şahsi fikirlere hapsetmeden araştırdıkların da benimle aynı fikirde olduklarını göreceklerdir.

Mustafa YERLİ


9 Nisan 2020 Perşembe

ÖYKÜ

Ders alınası bir öykü...
Kaliforniya’ da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi’ nde öğretim üyesi
olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan
bir kız
öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı.
Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel
bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir
öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o
alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün
bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve
itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, ‘Armudun iyisini ayılar yer’ düşüncesi
oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana
tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş,
şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi.
Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra
öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir
üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak
okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer
yapıp profesör olmak istiyor.
Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders
çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally
adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:
‘Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?
‘Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini
‘Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?
Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan
kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak
kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda
Sally’nin mahremiyetine ‘burnumu sokuyordum.’
Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, ‘O şahane bir insan;
o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim’ dedi.
O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının
erkeğine, ‘Sen benim kahramanımsın’ duygusu içinde
bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım.
Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum
ve o kişiyi kıskandım.
‘Nasıl yani?’ dedim.
‘Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği
için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa
ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla
buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor.
Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu,
hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede
kalıyor, geceleri ona bakıyor.’
Kendime kızdım.Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım.Ben güya en yüksek
eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala
dış görünüşe göre yargılıyor ve onu ‘ayı’ olarak görüyordum. İçimdeki
pislikten utandım. Bir süre sonra Sally’nin içinde yetiştiği
aile ortamını merak etmeye başladım. Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama
baktığım zaman ben neden, ‘Armudun iyisini ayılar yer’
diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık, sık bu benzetmeyi
duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl
etkilemişse, Sally’nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş
olmalıydı.
Birkaç hafta sonra Sally’e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los
Angeles’in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada
oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup
olamayacağını sordum. ‘Kendilerine bir sorayım, eminim
sizinle tanışmak isteyeceklerdir, ’ dedi ve iki gün sonra, ‘Ailemle
konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,’
dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco’ya gidecektim, Sally’nin ailesinin
yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara
uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim.
Bu planımı Sally’e söylediğimde Sally, ‘O gün ben de aileme gidecektim;
isterseniz beraber gidebiliriz, ’ dedi. Ailesine haber
verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach’ten
sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında
Sally’nin ağabeyi Brian’ın evine vardık. Sally’nin babası George orada
buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi.
Brian’ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı.
Ziyaret ettiğim bu güler yüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi
çekti. Bunlardan ilki, Sally’nin babası George’un
torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar
doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir
davranış olduğu belliydi. Sally’ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi
konuştuğunu sordum. ‘Evet’ yanıtını alınca, kendisi
çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum.
‘Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da
çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım.
Biz böyle biliyoruz’, dedi. Tüylerim diken diken oldu.
Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık
alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek
konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da
vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara
kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına
kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki
öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz
çökerek konuşan dede George’a ‘Beyefendi, çocukların göz
hizasına inerek konuşuyorsunuz!’ dedim. Bana biraz şaşkınlıkla
gülümseyerek, ‘Tabii, onlar küçük insanlar!’ yanıtını verdi. Öyle
bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki ‘Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde
bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?’ diyordu.
O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.
Bu güler yüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally’nin ağabeyi
Brian’ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle
ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme
havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin
zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında
telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten
arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles’ta imiş, kendisiyle görüşmek
için helikopterle saat 14’te gelmek istiyormuş. Başka
bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize
durumu şöyle açıkladı: ‘Dört çocuğum var ve her hafta
biriyle dört saat baş başa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary’le
randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat
etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme
olanağı kaybolmuş.
Brian’ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği
belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az
işi kadar önemliydi. Brian’ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık
duygusu, bir ‘keşke’ olmayacak.
Sally’e sordum: ‘Baban seninle randevulaşır mıydı?’
‘Evet’, dedi, ‘yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla baş başa zaman
geçirirdi. Ve ilave etti, ‘Biz böyle gördük, böyle
biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!’. Gülümseyerek,
‘Nereden biliyorsun?’ diye sordum.
‘Biz Frank’le konuştuk’ diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan
çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.
Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın
karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da
acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce
kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi
çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı.
Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.
Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, ‘bundan sonra ne yapabilirimle
ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım
kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, ‘Ne
yapabilirim? ’ sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir.
Sally’nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun
davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally,
içinde yetiştiği ailede, var oluşun beş boyutunu da doya, doya
yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze
konuştuğunuz zaman çocuk, ‘Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen
güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın’, mesajı alır ve
çocuğun CAN’ı beslenir.
Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, ‘Seninle zaman geçirmek istiyorum,
seni özledim’, mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu
mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel
mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, ‘Ben sevilmeye layık
biriyim!’ diye yoğrulur.
Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras,
var oluşun beş
boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN’dır.
Yazan: Doğan Cüceloğlu

BEN OKUMAYACAĞIM (alıntı)

Mart ayı gelmişti ama kızım hala okumaya geçmemişti. Ödevlerini
yapmamak için bir sürü bahane buluyordu. Elimden geldiğince
ilgileniyor, çalışma şevki kazanması için çabalıyordum. Ancak hiçbir gelişme yoktu.

Adeta inatla okuma-yazma öğrenmemeye çalışıyor gibiydi. Öğretmenliğin kazandırdığı bütün deneyimlerimi kullanıyor, hiçbirinin işe yaramadığını gördükçe telaşım artıyordu.

Kızımdan bir yaş küçük oğlum ve henüz yedi aylık bebeğimden
çalabildiğim her dakikayı kızıma ayırıyor, ancak öğretmeniyle her
konuştuğumda büyük bir düş kırıklığı ile eve dönüyordum. 'Kızım acaba geri zekalı mı' diye düşündüğüm oluyor, bu düşünceler yüzünden beynimin zonklamasını geçirmek için iki, üç tane ağrı kesici almak zorunda kalıyordum.

O soğuk mart akşamında, sönmeye yüz tutmuş sobanın yanında, kızıma heceleri söktürebilmek için uğraşırken, onun ilgisizliği kalan son sabrımı da tüketti. Ayların birikimiyle kızı mı omuzlarından tutup, silktim ve minicik yanağına hatırladıkça utandığım' bir tokat attım. Yanağı kıpkırmızı oldu. Şaşkın ama kızgın baktı. Ağlamamak için minik dudaklarını sürekli büküyor, bakışları kalbimin ötelerine doğru ok gibi ilerliyordu.
Sessizliği bozan ben oldum.
"Neden? Nazlıhan neden? Niçin okumayı öğrenmek için gayret
göstermiyorsun? Sen aptal değilsin. Neden kendine aptalmışsın gibi davranılmasına izin veriyorsun?"

Bir an durdu, sonra sesinin bütün yırtıcılığı ve kiniyle, "Çünkü
ben okumak istemiyorum" diye haykırdı. Kulaklarıma inanamıyordum. Yüksek tahsil yapıp, iyi bir geleceği olacağını düşlediğim biricik kızım, benim, ben öğretmen Emine Özgenç'in kızı "Okumak istemiyorum" diye bağırıyordu.

Hayal kırıklığı ve şaşkınlık içerisinde "Neden?" diye sorabildim. "Çünkü ben senin gibi okuyup, öğretmen olup, çocuklarımı evde yalnız bırakıp işe gitmeyeceğim. Çalışmayacağım. Ben sadece anne
olacağım."

Kızım konuşmuyor, adeta beni tokatlıyordu. Başım dönüyor, gözüm kararıyor, bu sözlerin gerçekten kızıma mı ait olduğunu anlamaya çalışıyordum. Evet bu sözleri bana yedi yaşındaki kızım
söylüyordu.

"İnsan şimdi bayılmaz da ne zaman bayılır" diye düşündüm. Sanki birden, gözlerimin önünde bir sinema perdesi açıldı ve acı bir film
oynamaya başladı. Yozgat'ın Nohutlu Tepesi'nde, o her çıkışımda hiç bitmeyeceğini düşündüğüm yokuşun başındaki bir türlü ısıtamadığım evi hatırladım.

12 Eylül sonrası, eşimin (birçok insana yapıldığı gibi) hiç
anlayamadığım bir tarzda ve sebepsizce tutuklanıp cezaevine
götürülüşü. Aylarca tutuklu olduğu halde mahkemenin bir türlü başlamayışı. Yıllarca süren ve benim, eşimin neden tutuklandığını beraat ettikten sonra bile anlamadığım mahkemeler. Bakamadığım için dokuz aylık oğlumu Samsun'a, anneme bırakmam. Bakıcı ve anaokulu masraflarını karşılayamadığım için, iki yaşındaki kızımı her gün çalıştığım liseye götürüşüm. Yavrumun öğretmenler odasında koltuklarda uyuyuşu. Uykusunun en derin yerinde çalan teneffüs ziliyle yavrumun fırlayıp koltuklara oturuşu. Sonra müdürün beni çağırıp,

-"Bak Emine Hanım, biliyorum zor durumdasın ama seni gören herkes çocuğunu okula getirmeye başladı. Burası çocuk yuvası değil ki. Bir daha kızını okula getirme" deyişi.

O günden sonra iki buçuk yaşındaki kızımı o koskoca, o sopsoğuk evde, yalnız başına bırakıp, dönene kadar kızımı koruması için Allah'a yalvarışlarım. Acıkır ve susar diye etrafa bıraktığım su bardakları ve yiyecekler. Her akşam eve döndüğümde yavrumu bir köşede battaniyenin altında büzüşmüş buluşum.
-"Yavrum, iyi misin? Korktun mu?" diye sorunca,

-"Korktum, ağladım, ağladım, yoruldum, sustum, sonra yine ağladım" diyerek boynuma sarılışı. Bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden.

Bir türlü filmin sonu gelmiyordu. Nisan sonlarına doğru bir öğle paydosunda eve gelmiş ve zili çalmak zorunda kalmıştım. O sabah telaşla çıkarken anahtarı evde unutmuştum. Ama çok dert
etmemiştim. Nasılsa kızım evdeydi. Kapıyı açardı. Ama açmadı.
Açmadığı gibi sesinin bütün gücüyle "Anne" diyerek ağlıyordu. "Kızım, ben annenim, aç kapıyı" dedikçe o;

"Hayır sen annem değilsin. Sen kurtsun. Beni yiyeceksin" diye feryat ediyordu. Ne söyledimse inandıramadım. Dinlediği bir masaldan etkilenmişti besbelli. Yavrum, minik yavrum korkuyor ve ağlıyordu. Yarım saat uğraşmış, ikna edememiştim.
Yapacağım tek şey vardı. Bir şekilde içeri girmek. Ama nasıl? Kapıyı kıracak gücüm yoktu. Nohutlu Tepesi'nde çilingir ne gezerdi. İçerde yavrum feryat figan ağlıyordu.

Neden sonra alt kata inmeyi düşündüm. Kapıyı açan komşuma bir yandan olayları anlatıyor, bir yandan balkona doğru koşuyordum. Bir sandalye bulup balkona yerleştirdim ve üst kattaki evimin balkonuna ulaştım. Ben,153 santimlik ufak tefek kadın, bir sandalye yardımıyla nasıl olup üç metrelik tırmanışı gerçekleştirerek, üçüncü kattaki evimin balkonuna ulaştım. Hala anlamış değilim. Sanki görünmeyen bir el beni yukarı çekti.

Balkonun kapısı pek sağlam olmadığından, kilidi kolayca açıp içeri
koştum. Kızım kapının dibine oturmuş, başını bacaklarının arasına
sıkıştırmış ağlıyordu. Sarıldım, sarıldım, sarıldım... Göz
yaşlarım onunkiyle karıştı. Koynuma büzüldü. Sadece;

"Annem, anneciğim, kurt beni yiyecekti" diyebiliyordu.

O gün öğleden sonraki ilk dersimi kaçırdım. Müdürün ikazına rağmen kızımı sınıfıma götürdüm. Önce müdür muavini, sonra müdür tarafından azarlandım ama hiç cevap vermedim. Sadece göz pınarlarımda iki damla yaş belirdi. Ve o yaşlar müdürün birden susup özür dilemesine sebep oldu.

Evet bu acı film bitecek gibi değil.

Kızımın sesiyle irkildim. "Ben okumayacağım. Anne olacağım diye feryat ediyordu. Feryat etmiyor sanki beni tokatlıyordu. Ona iyi bir anne olamadığımı ve bundan duyduğu rahatsızlığı bu sözlerle haykırıyordu yüzüme. Hayatımın hiçbir anında böylesine bir acı yaşamamıştım. Hiçbir söz yüreğimi ve belleğimi böylesine hırpalamamıştı.

Kızımın kestane rengi saçlarını okşadım. Tokadımla kızaran
yanağını öptüm. Başını göğsüme bastırdım. Onun hafızasında yer eden bütün acıları silmek istiyordum. En doğru, en eğitici sözleri bulmalıydım. Ama nasıl? Bu allak bullak beyinle nasıl?

Öylece ne kadar kaldık bilemiyorum. Bir ara konuşacak gücü
bulabildim.
"Kızım, her okuyan kadın çalışmak zorunda değildir. Sen iyi bir
anne olmak istiyorsun. Ben de iyi bir anne olmanı istiyorum. Ancak, okursan,bilgili olursan, iyi bir anne olabilirsin. Çalışmak zorunda değilsin ki. Sen de evde çocuklarına bakar, onlara okuma yazma öğretirsin" diye devam eden birçok cümle sıraladım peş peşe. Kızım ikna olmuş görünüyordu.

Ertesi gün okuldan geldiğinde onu masanın başında Cin Ali kitabını okurken buldum. Kızım, okuyup yazmayı aylar önce öğrenmiş fakat ısrarla herkesten saklamıştı.

Öğretmeni şaşkındı. "Nasıl olur da bir çocuk, bir günde bu kadar
ilerleme kaydedebilir?" diye soruyordu.

Bu sorunun cevabı öyle uzun ve anlaşılması öyle güçtü ki... O an susmak, en güzel cevaptı çünkü bu sorunun cevabını ancak ben ve Nazlıhan anlayabilirdik.

Emine Özgenç
Kapı deyip geçmemek gerek ...!

Her özel mekan kapı ile bağlanır dünyaya.