7 Aralık 2011 Çarşamba

Anneler ve Çocuklar

Anneler ve Çocuklar-

Anne ölünce çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde bir siyah çubuk
Ağzında küçük bir leke

Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünür gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne

Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne

Sezai Karakoç

25 Kasım 2011 Cuma

Hicr-i Yılbaşınızı Tebrik Ederim

"Bir kimse, Muharrem ayının ilk günü, aşağıdaki duâyı 3 defa okursa

Peygamberimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicretinin başlangıç kabûl edildiği târihe, seneye “Hicrî Yıl” denir. Burada, ayın hareketi esâs tutulduğu için buna, “Hicrî-Kamerî Sene” veya “Sene-i Kameriyye” de denir.

Hicrî sene de mîlâdî ve rûmî târihler gibi 12 ay esâsına dayanır ve Muharrem ayı ile başlar, Zilhicce ile sona erer. Ayların adları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîul-evvel, Rebîül-âhir, Cemâzil-evvel, Cemâzil-âhir, Receb, Şâbân, Ramazân, Şevvâl, Zil-kâde, Zil-hicce.

Hicrî senenin kabûlünden beri asırlardır İslâm âleminde 1 Muharrem sene başı olarak kabûl edilmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselâm 53 yaşındayken Medîne’ye hicret etti. Bir hafta yolculuk yapıp mîlâdî Eylül ayının 20. ve Rebîülevvel’in 8. Pazartesi günü, Medîne yakınındaki Kubâ köyüne vardılar. Eylülün 23. gününü de burada geçirip, Cumâ günü Medîne’ye girdiler. Bu seneki Muharrem ayının birinci günü, yâni hicretten 66 gün evvel, Müslümânların hicrî-kamerî sene başlangıcı oldu. Bu da, târihçilere göre mîlâdın 622. yılındaydı. Kubâ köyüne ayak bastığı 20 Eylül günü Müslümânların yılbaşısı, yâni hicrî sene başlangıcıdır. 20 Eylül gününü başlangıç kabûl eden güneş yılına da “Hicrî-Şemsî Yıl” denir.

Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerîfinde buyurdu ki:

“Bir kimse, Muharrem ayının ilk günü [ya’nî hicrî yılbaşında], aşağıdaki duâyı 3 defa okursa, Allahü teâlâ o kimseyi, gelecek Muharrem ayına kadar bütün belâlardan emîn kılar.”

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdü lillahi Rabbil-âlemîn. Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Allahümme Entel-Ebediyyül-Kadîm. El-Hayyül-Kerîm. El-Hannânül-Mennân. Ve hâzihî senetün cedîdetün, es’elüke fîhel’ısmete mineş-şeytânir-racîm, vel-avne alâ hâzihin-nefsil-emmâreti bis-sûi vel-iştigâle bimâ yukarribünî ileyke, yâ zel-celâli vel-ikrâm, bi-rahmetike yâ erhamer-râhimîn. Ve sallallahü ve selleme alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve Ehli beytihî ecmaîn.”

Meâli ise şöyledir: “Besmele”, “hamdele” ve “salvele”den sonra, “Ey Allah’ım! Sen Ebedî ve Kadîmsin [Kendinden evvel hiçbir varlık olmayan], varlığı, hayâtı devâmlı olan, kullarına keremi ziyâde, merhameti, ni’metler bağışlaması sonsuz, yalnız Sensin Allahım! İşte bu yeni yıldır ki, ben, bu yıl boyunca, huzûrundan kovulmuş şeytândan korumanı ve dâimâ kötülüğü emreden nefsime gâlip olmam için yardımını ve beni Sana yaklaştıran işlerle meşgûl olmamı Senden dilerim ey celâl ve ikrâm sâhibi Allahım. Ey merhametlilerin en merhametlisi, rahmetinle muâmele eyle. [Sonunda tekrâr salevât-ı şerîfe var].”

“Nüzhetü’l-mecâlis” kitâbında [I, 156] bildirildiğine göre bir kimse böyle derse, şeytân: “Biz bu kişiden ümîdi kestik” der ve Allahü teâlâ ona, kendisini sene boyunca koruyacak iki melek görevlendirir

24 Kasım 2011 Perşembe

İbretlik

ÖĞRETMENLERİMİZ...
Van ve Erciş'te meydana gelen depremde 64 öğretmenimiz yaşamını yitirmişti. Erciş'te görev yapan 300 eğitimcinin depremden 4 gün önce katıldıkları, Okul Gelişim Programı (OGP) kapsamında,kişisel gelişim uzmanı olan bir seminerci,gözlerini bir süreliğine kapatmalarını istediği öğretmenleri, 'Kalanların ardından yedi karanfil' isimli parçanın fon müziği eşliğinde bir yolculuğa çıkardı.Bir süre sonra, "Uçağa bindiniz, herkes 1 haftalığına istediği yere tatile gönderiliyor. Uçak hareket ettikten sonra pilot, 'motorlarımızda bir arıza var, uçağımız düşecek. Koltuklarınızın önünde kalem kağıt var. Ömrünüzün son 10 dakikasında kime ne yazmak isterseniz yazabilirsiniz' diye anons yaptı. Şimdi gözlerinizi açın ve kime ne yazmak istiyorsanız yazın" diye seslendi.
İşte o öğretmenlerin mektuplarından bölümler...
.................................... , .................................
'Bitanem! Hayatımda en çok gitmek istediğim yere gidiyorum ama yine metinim.Oraya anlaşılamamanın acısıyla gidiyorum.Zamanım tükenmek üzere, seni çok üzdüm, hakkını helal et. Allah'a emanet olun. Allahaısmarladık..."
.................................. , ....................................
"Sevgili babam! Ecel kapıyı çaldı. Babam kendine işkence etmeyi bırak, hayatı sev, kavga etme. Bırak küçükler hürmet ve saygısını göstersin. İzin ver insanlar seni sevsin. Sevgini belli edemedin. Bizleri kucaklayamadın. Hakkını helal et babam. Kendine eziyet etme. Seni çok seviyorum..Kızın"
.................................... , .................................
"Sevgili annem, babam, eşim, çocuklarım ve dostlarım...Çocuğum, Zeynebim ve Nisanıma 'babanız öldü' demeyin, o cennete gitti deyin. Çünkü cenneti merak etsin."
.................................... , .................................
"Anneciğim, beni çok sevdin, Ben de seni çok sevdim. Bana çok kızdın, ben de sana çok kızdım. İstediğin gibi bir kız evlat olamadım, bu yüzden bana hep kırgındın. Bense, benim mutlu olma biçimimi, seçimlerimi takdir etmediğin için öfkeliydim, kırgındım. Oysa, bu ben aslında biraz da sendim. Anne biliyorum ki sen beni ben seni herkesten çok sevdik bu da bana yeterdi."
.................................... , .................................
Van'da ve Erciş'te hayatlarını kaybeden öğretmenler başta olmak üzere rahmeti Rahmana giden bütün öğretmenlerimizi rahmetle,bize bir harf dahi olsa öğreten bütün öğretmenlerimizi saygı ve hürmetle yad ediyoruz.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Öğretmenlerimize Özel

Gençliğe Hitabe
Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre... Birincisi iki buçuk asır... Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet... İkincisi üç asır... Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet... Üçüncüsü bir asır... Allahın, Kur'ân'ında 'belhüm adal-hayvandan aşağı' dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret... Ya dördüncüsü? .... Son yarım asır! .. İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet... İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören... Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilâkı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik...

Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün 'dikey'leri 'yatay' hale getirecek bir çığlık kopararak 'mukaddes emaneti ne yaptınız? ' diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...

Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik...

Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında 'Hakimiyet Hakkındır' düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik...

Emekçiye 'Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın! ' diyecek... Kapitaliste ise 'Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın! ' ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...

Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk'ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezheb, ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâmda olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik...

'Kim var? ' diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert 'ben varım! ' cevabını verici, her ferdi 'benim olmadığım yerde kimse yoktur! ' fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...

Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usûle, stratejiye uygun bir gençlik...

Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik...

Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hâsılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik...

Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara 'siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi! ' diyecek ve gerçek müslümanlığın 'nasıl'ını ve 'ne idüğü'nü her haliyle gösterecek bir gençlik...

Tek cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik...

İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodomanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Allahın selâmı üzerine olsun...

Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!

Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es! ...
 
Necip Fazıl Kısakürek

1 Kasım 2011 Salı

Canım İstanbul.

Canım İstanbul
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O manayı bul da bul!
İlle İstanbul'da bul!
İstanbul,
İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir ' Katibim'i...

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...
 
Necip Fazıl Kısakürek

31 Ekim 2011 Pazartesi

Aşk

Aşk
İşidin ey yârenler
Kıymetli nesnedir aşk
Değmelere bitinmez
Hürmetli nesnedir aşk

Dağa düşer kül eyler
Gönüllere yol eyler
Sultanları kul eyler
Hikmetli nesnedir aşk

Kime kim vurdu ok
Gussa ile kaygu yok
Feryad ile âhı çok
Firkatli nesnedir aşk

Denizleri kaynatır
Mevce gelir oynatır
Kayaları söyletir
Kuvvetli nesnedir aşk

Miskin Yunus neylesin
Derdin kime söylesin
Varsın dostu toylasın
Lezzetli nesnedir aşk
 
Yunus Emre

25 Ekim 2011 Salı

Iğdır lı onbaşı Hasan...


İlhan Bardakçı’nın Kudüs’te yaşadığı bir hatıra ilginç ve bir o kadar da ibret vericidir:
Mevki Kudüs. Mekân Mescid ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa’nın önüne kavuşturur. Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble’mize yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu” derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.
Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy... İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi... Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte.
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbsirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. “Kim bu adam?” dedim.
Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem.” diye cevap verdi. “Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”

Kan mı çekti nedir?

Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmünaleyküm baba.” dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
- Aleykümüsselâm oğul...
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...
- Kimsin sen, baba? dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.
Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
- Ben, dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden...
Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:
- Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım...
Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi...
Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
- Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?
- Elbette, dedim, buyur hele...
Konuştu:
- Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı’na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki...
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:
- O’na de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır.
Tekmilim tamamdır kumandanım. dedi” dersin...
Öleyazdım.
Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti

29 Eylül 2011 Perşembe

CUMA GÜNÜNE ÖZEL FARKLI TATLAR...


RABBİMİZ!!!
İbadetlerimizin adete dönüsmesinden sana sıgınırız.
Bize itaatin ve ibadetin hazzını tattır.
"Ben yaptım oldu " demekten koru bizi.
Kitabına uyduranlardan degil, kitaba uyanlardan kıl bizi...
Dualarınız kabul,yaşantınız Allah yolunda ve hayır ile dolu dolu olsun İnşallah.!!
Aradim tüm meclisleri kildim ilmi talep;
Dediler ilim en sonda önce gerek Edep...

Hayat Dediğin Bir Çay, İnsan İse Sadece Şeker... Karıştırdıkça Hayattan Tat Aldığını Sanırsın... Oysa ki Hayatın Seni Erittiğini Çay Bitince anlarsın!!!
Her Şerrin altında bir hayır vardır

"Belki sevmediğiniz şey, hakkınızda hayırlıdır" (Bakara Sûresi, 2:216)

Bir gün okyonusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı.Gemiden tek bir kişi sağ kurtuldu.Dalgalar bu adamı küçük ıssız bir adaya kadar sürükledi.Adam ilk günler kendisini kurtarması için Allah'a yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı.Ama ne gelen oldu ne de giden.Daha sonra rüzgardan,yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından bir ev yaptı.Sahilde bulduğu,gemiden arta kalan konserve,pusula vs.gibi eşyaları bu kulübeye koydu.Günler hep aynı şekilde geçiyordu.Balık avlıyor pişirip yiyor ufku gözlüyor kendisini kurtarması için Allah'a dua ediyordu.
Birgün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı,geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü.Duman dans ede ede göğe yükseliyordu.Başına gelebilecek en kötü şeydi bu.Keder ve öfke içinde donakaldı.Şimdi bu ıssız adada başını sokabileceği bir kulübesi bile kalmamıştı.
Allah'ım bana bunu nasıl yapabildin?"diye feryat etti.ogeceyi üzüntü ve keder içinde geçirdi.O kadar dua ettiği halde Allah'a,bu olayı başına getirmesinden dolayı sitemler etti.
Ertesi sabah erken saatlerde,adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı.Onu kurtarmaya geliyorlardı!Artık kurtulmuştu.
"Benim burada olduğumu nasıl anladınız?"diye sordu bitkin adam kendisini kurtaranlara.
Cevap onu hem şaşırttı,hem de utandırdı.
-"DUMANLA VERDİĞİNİZ İŞARETİ GÖRDÜK!"-


Zalimlere ders olsun…

Biz sussak mesele kalmayacak
Halbuki biz sussak, tarih susmayacak..
Tarih sussa, hakikat susmayacak.
Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak.
Halbuki bizden kurtulsalar, vicdan azabından kurtulamayacaklar.
...Vicdan azabından kurtulsalar,
Tarihin azabından kurtulamayacaklar.
Tarihin azabından kurtulsalar,
Allah'ın gazabından kurtulamayacaklar."

SEZAİ KARAKOÇ

26 Eylül 2011 Pazartesi

ANNECİĞİM.


Anneciğim
Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!

Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin ardında yine gece var;
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış, çırpınmak için;
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Beni de beraber al anneciğim!...

 
Necip Fazıl Kısakürek

23 Eylül 2011 Cuma

AHDE VEFA...

Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkânı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış. Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası. Günler boyu iş aramış ama bulamamış... Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini...
Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam,
"Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer" diye söylenmiş.
Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri geçiveren ihtiyar,
"Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?" diye düşünmeye başlamış.
Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı işadam, terzinin yanına yaklaşıp,
"Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim" deyince,
"Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş" diye yanıt vermiş terzi.
Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş.
"Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?" diye soran yaşlı adam,
"Ben terziyim" yanıtını alınca
"Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın" diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi.
Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkan açmasına yetecek kadar para vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş. Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı işadamı da desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş.. Küçük dükkân önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık "ünlü işadamı" diye anılır olmuş.
Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans çağırılarak hastaneye kaldırılmasını sağlamış. Yeni işadamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş. Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun süre hastanede yatmış, bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş. Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü yaşlı adamı ziyarete gidememiş.
Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş. Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış. Fabrikalarını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkan kalmış. Utana sıkıla yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için. Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş.
Ve başlamış anlatmaya:
"Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş.
Ağaçların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona
"Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın" demiş.
Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış. Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş, arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış.
Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış. Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmasaydın..."
Öyküyü dinleyince hemen çıkıp gitmiş terzi, çünkü söyleyecek bir sözü yokmuş...
Dostluk iplerinizi koparmamanız dileğiyle.......
Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla,
Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka.
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla...
Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla,
Ama;
''Günün aydın, akşamın iyi olsun'' diyen biri olmalı.
Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.
Yoksa zor değil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama ''Çaya kaç şeker alırsın?''
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra...

Gözler arasındaki ilişkiyi biliyor musun? Onlar birlikte göz kırparlar, birlikte ağlarlar, her şeyi birlikte görürler ve birlikte uyurlar. Buna rağmen asla birbirlerini görmezler. Arkadaşlık bunun gibi olmalı. Arkadaşsız hayat cehennem gibidir.
Arkadaşın kim? Bunu bütün arkadaşlarına gönder. Onlardan biriysem bana da gönder. 

20 Eylül 2011 Salı

ÖĞRENDİM Kİ...


Öğrendim ki…Güveni geliştirmek yıllar alıyor, yıkmak bir dakika.

Öğrendim ki…Hayatında nelere sahip olduğun değil kiminle olduğun önemli.

Öğrendim ki… Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün, ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.

Öğrendim ki… Kendini en iyilerle kıyaslamak değil, kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.

Öğrendim ki… İnsanların basına ne geldiği değil, o durumda ne yaptıkları önemli.

Öğrendim ki… Ne kadar küçük dilimlersen dilimle her işin iki yüzü var.

Öğrendim ki… Olmak istediğim insan olabilmem çok vakit alıyor.

Öğrendim ki… Karşılık vermek, düşünmekten çok daha basit.

Öğrendim ki… Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek, hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.

Öğrendim ki…”Bittim” dediğin andan itibaren pilinin bitmesine daha çok var.

Öğrendim ki… Sen tepkilerini kontrol edemezsen, tepkilerin hayatını kontrol eder.

Öğrendim ki… Kahraman dediğimiz insanlar bir şey yapılması gerektiğinde, yapılması gerekeni şartlar ne olursa olsun yapanlar.

Öğrendim ki… Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.

Öğrendim ki… Bazı insanlar sizi çok seviyor ama, bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.

Öğrendim ki… Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz, bazıları hiç karşılık vermiyor.

Öğrendim ki… Para ucuz bir başarı.

Öğrendim ki… Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları kaldırmak için elini uzatır.

Öğrendim ki… İki insan aynı şeye bakıp tamamen farklı şeyler görebilir.

Öğrendim ki… Aşık olmanın ve aşkı yasamanın çok çeşidi vardır.

Öğrendim ki… Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar daha uzun yol yürüyor.

Öğrendim ki… Hiç tanımadığın insanlar, iki saat içinde, senin hayatını değiştirebilir.

Öğrendim ki… Duvarda asılı diplomalar insanı insan yapmaya yetmez.

Öğrendim ki… Karşındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.

Öğrendim ki… Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez. Gerçek aşkların da!

Öğrendim ki…Tecrübenin kaç yaş günü partisi yasadığınızla ilgisi yok, Ne tür deneyimler yaşadığınızla var.

Öğrendim ki… Aile hep insanın yanında olmuyor. Akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz. Aile her zaman biyolojik değil.

Öğrendim ki… Ne kadar yakın olursa olsunlar en iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir. Onları affetmek gerekir.

Öğrendim ki… Bazen başkalarını affetmek yetmiyor. Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.

Öğrendim ki… Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.

Öğrendim ki… Şartlar ve olaylar, kim olduğumuzu etkilemiş olabilir. Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.

Öğrendim ki… İki kişi münakasa ediyorsa, bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez. Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.

Öğrendim ki… Her problem kendi içinde bir fırsat saklar. Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.

Öğrendim ki… Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar sürüyor.

Öğrendim ki… Bir insanı kazanmak çok zor, ama kaybetmek çok kolay.

15 Eylül 2011 Perşembe

HATİM DUASI

Yâ Rabbi! Dile getirdiğimiz her türlü eşsiz hamd ve sena ancak Sana mahsusdur. Bütün salat ü selamlar; rahmet ve selametlikler, iki cihan güneşi, baslarımızın tacı Rahmeten lil'âlemin, ResûI-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Seyyidina-Ebe'l-Kaasım Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz ve O'nun bütün âl ve ashabına olsun.

"0l! emriyle; bilinen ve bilinmeyen, görünen ve görünmeyen sayısız alemleri yaratan; "Yok 0l!" emriyle de, her şeyi bir anda yok etme gücüne sahib olan, alemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim olan Yüce Allah’ım! "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim" buyurdun. Biz de; huzuruna geldik, boynumuzu büktük, ellerimizi Sana açtık. Seni Rahim, Gafur biliyoruz. Rahmet ve Gufran ism-i şerifinle tecelli eyle, ellerimizi boş döndürme Yâ Rabbi! Kur'an-ı Kerim'in bereketi ile ve alemlere rahmet olarak gönderdiğin sevgili Peygamberimizin hürmeti ile bizleri af eyle, ey Kerim; bizleri affet yâ Rahim. Allah’ım! Bizleri Kur’an-ı Kerim'in zineti ile süsle. O'nun kerameti ile mükerrem eyle ve şerefiyle şereflendir.

Yâ Rabbi! Okuduğumuz hatm-i şerifi dergah-i ulûhiyyetinde kabul eyle. Kur’an-ı Kerim'in her harfi için bizlere sevap yaz. Okurken yaptığımız hataları bağışla, tam ve mükemmel okumuş gibi kabul buyur. Kur'an-ı Kerim'i kalblerimize nur eyle, Cennet yolumuzu aydınlat.

Yâ Rabbi! Biz, ancak Sana ibadet ve yalnız Sana kulluk ederiz. Ancak, Senin için namaz kılar ve yalnız Sana secde ederiz. Yalnız sana yalvarır, ancak Sana koşar ve Sana yaklaştıracak şeyleri kazanmaya çalışırız. ibadetlerimizi sevinçle ve arzu ile yaparız. Yasak ettiklerini yapmaz ve azabından korkarız. Sen'den, bizlere rahmet ve ihsanının bol olmasını dileriz yâ Rahim.

Allah’ım! Bizlerden eksiksiz ibadet ve tâat bekliyorsun. Bunlara, ancak Senin sonsuz yardımınla sahip olabiliriz. Öyle ise; bize, Senin hoşnutluğunu kazandıracak, kusursuz ibadet ve tâatde bulunma imkanını bahşeyle!

Allah’ım! Vermiş olduğun nimetlerin elimizden çıkmasından, sağlık ve dirliğimizin bozulmasından, beklenmedik felaketlerden ve gazabının her türlüsünden ancak Sana sığınırız. Biz, aciz kullarının dualarını kabul eyle yâ Rabbi!

Yâ Rabbi! Bizleri, Kur'ân'ın hidayeti ile yola getir. Onun faziletiyle derecelerimizi yükselt. Kur’an-ı Kerim'in tilavetiyle günahlarımızı affet.

Ey bağışlaması ve ihsanı sonsuz olan Allah’ım! Ayıplarımızı ört, kalplerimizi pak eyle; hastalarımıza şifa; dertlilerimize deva, borçlarımızı ödemek imkanı ver. Din ve dünya işlerimizi islah eyle Yâ Rabbi!

Ey yerleri ve gökleri yaratan, gizli ve açık her şeyi hakkıyla bilen ve bütün varlıkların biricik sahibi olan Allah’ım! Gerçek bilir ve bildiririz ki, Sen'den başka Allah yoktur. Bizleri nefsimizin çılgın istek ve arzularından muhafaza eyle. Şeytan’ın bozguncu telkinlerinden Sana sığınırız. Allah’ım!Gönlümüzü, bütün azalarımızı sönmez, sonsuz nurunla aydınlat.

Yâ Rabbi! Bize, küfre açık kapı bırakmayan eksiksiz bir iman nasip eyle. Allah’ım! Bizi, yolunu şaşıran ve saşırıtanlardan değil, hidayete eren ve hidayete eriştiren kullarından eyle.

Yâ Rabbi! Görüşümüz kıt, gücümüz çok az; bu yüzden rahmetine ta'rifsiz derecede muhtacız. Ey her şeye Kadir, gönüllere şifa veren Allah’ım! Sen'den rahmetini dileriz. Duâmızı kabul eyle.

Yâ Rabbi! Maksadımız Sen’sin. Biz her isimizde Seni, her şeyde Seni kasd ederiz. Yalnız Seni isteriz. Bütün isteğimiz de, Senin bizden razı olmandır. Bizi, sevgili kullarından eyle Allah’ım!

Yâ Rabbi! Bizleri, iyilik yaptığında sevinen, kötülük yaptığında hemen pişman olup Sen’den afv dileyen seçkin kullarından eyle. Allah’ım! Bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz bütün günahlarımızı bağışla, çok bol olan rahmetini bizlerden esirgeme.

Yâ Rabbi! Bütün işlerimizin sonunu hayr eyle; dünyada rezil olmaktan, Ahiret’te de azabından muhafaza eyle.

Allah'ım! Bizi dirlik ve doğruluk üzere yaşat, aramızdaki sevgi bağlarını güçlendir, kalblerimizi ayni görüş ve düşünüş halkası içinde birleştir. Dinden, imandan, doğruluktan, Sana ibadet ve taatdan ayırma Yâ Rabbi!

Yâ Rabbi! Bizleri, verdiğin ni'metlere karsi sükür borcunu yerine getiren; nimetlerin karşısında nankörlük değil, bol bol hamd eden kullarından eyle, üzerimizden nimetlerini eksiltme, Allah’ım!

Allah’ım Son nefesde, ölümün aklı baştan gideren acılarından bizi koru. "La ilahe illâllah Muhammedün Resûlüllah" Ve "Eşhedü en la ilahe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh" diyerek, ruhumuzu teslim etmemizi nasib eyle Yâ Rabbi!

Hâsıl olan sevabı; Hazret-i Adem'den Hazret-i Fahr-i Alem Muhammed Mustafa sallallahüaleyhi ve sellem'e kadar gelip geçen bütün Peygamberan-i ilzam ve Rusûl-i kiram aleyhim'üssalâtü vesselam hazretlerinin ervah-i pâk-i tayyibelerine hediyye eyledik, ikram eyle Yâ Rabbi!

ÂI-i Ezvac-i Tahirat, ashab-i Güzin, Ensar ve Muhâcirin, Tabi'iyn, Tebe'i-tabi'iyn, Eimme-i Müctehid’in, ridvânullahi tealâ aleyhim ecma'iyn hazretlerinin de ervah-i pâk-i tayyibelerine hediyye eyledik. Sen vâsıl eyle yâ Rabbi!.

Müfessirin, muhaddisin, muhakkikin, ulema-i amilin, kurra-i kâmilin, meşâyih-i vasilin, sulehâ-i salihin, ağniyâ-i şâkirin, fukara-i sâbirin, gurebâ-i müslimin, hattatin, huffaz, tullab ve cemi-i hamele-i Kur’an-ı Kerim nevverallahü merâkidehüm ve ce'alel cennete me'vahüm efendilerimizin de ervah-ı pâk-i tayyibelerine hediyye eyledik, Sen kabul eyle Yâ Rabbi!

Bütün ehl-i imam ile Ehlullah'in ve Evliyaullah'in da ervah-i pak-i tayyibelerine hediyye eyledik, Sen vasil eyle Yâ Rabbi!

Velhâsıl; şu âna kadar dâr-i Dünyâ'dan dar-i Ukba'yâ irtihâI ve intikal eden bütün mü'minin-i mü'minat; müslimin-i müslimat, ma'sûmin-i ma'sûmat, mazlumin-i mazlumât, kaffe-i ehl-i imanin da ruhlarına hediyye eyledik, Sen kabul eyle Yâ Rabbi!

Cümlemizin kalbine İslam nurunu, Kur'an hidayetini ver. Cümlemizi Islam’a bağla, bizleri Müslüman olarak yaşat, Müslüman olarak öldür. Bizleri Dünyâ ve Âhiret mutluluğuna erdir. Dünya'da mekansız, Âhiret'de imansız bırakma Yâ Rabbi!

Yâ Rabbi! Habib'in Muhammed Mustafa, Kitab’ların, bütün sevdiklerin yüzü hürmetine, bizleri dergah-i bârigâh-ı ulûhiyyetinden bos çevirme, duâlarımızı kabul eyle, yâ Gafur u yâ Gaffâr.

Amin, Amin, Amin… Bi hürmeti seyyidi'l-mürselin ve'l-hâmdülillahi Rabbi'l-Alemin.

Sübhâne rabbike rabbi'l-izzeti amma yasifûn ve selâm ün ale'l-mürselin ve'l-hamdü lillahi Rabbi'l-Alemin ..

Hayırların fethi, şerlerin def'i, ehl-i imânın selameti, insanlığın kurtuluşu, memleketimizin her türlü kötülüklerden korunması, Ümmet-i Muhammed'in selameti için EL-FATIHA.

9 Eylül 2011 Cuma

Hayallerimizi çaldırmıyalım...

Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak
atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin
genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle
çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.


Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak
istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası..
Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine
sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir
kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı.
Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi.
Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000
metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.


Ertesi Gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev,
tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı.
Kağıdın üzerinde kırmızı Kalemle yazılmış kocaman bir
"sıfır" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.


"Neden "sıfır" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..


"Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal"
dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir Aileden geliyorsun.
Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir.
Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da
alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:
"Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden
yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."


Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı.
"Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin.
Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!."
Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir
değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına..
"Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi..
"Ben de hayallerimi..".....

O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki
1000 metrekarelik evinde oturuyor.
Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde
çerçevelenmiş olarak asılı.
Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen,
geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi.
Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi,
"Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken,
hayal hırsızıydım. O yıllarda
öğrencilerimden pek çok hayal çaldım.
Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın.

7 Eylül 2011 Çarşamba

CANIM İSTANBUL...


Canım İstanbul
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım;
Vatanim da vatanim...
İstanbul,
İstanbul...

Tarihin gözleri var, surlarda delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta saha kalkmış Fatih'ten kalma kir at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakısta o mana: Öleceğiz ne çare?
Hayattan canlı olum, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karaca Ahmet...

O manayı bul da bul!
İlle İstanbul’da bul!
İstanbul,
İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her aksam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tambur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir katibi mi...

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef isler!
Yedi renk, yedi sesten şayisiz belirişler...
Eyüp oksuz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, ucan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni söyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sümbül kokan
Türkçe’si bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...
 
Necip Fazıl Kısakürek

6 Eylül 2011 Salı

SPOR AYAKKABI (alıntı)

Ne çok sevinmişti ekmek parası için gittiği gurbetteki babası ona bir çift ayakkabı gönderdiğinde. Dünyalar onun olmuştu sanki. Babası bir sabah o uyurken gelse yavaşça yanına girse onu kollarına alsa uyandığında ona gülümsese ancak bu kadar sevinebilirdi herhalde. Beyaz spor bir ayakkabı idi üstünde iki cırt cırt vardı. Altları siyah biraz da yüksekti. Çelimsiz ve ufacık olan boyunu biraz da yüksek gösterecekti bu ayakkabılar. Bayramda giyersin demişti annesi ve kaldırmıştı sandığa beyaz spor ayakkabılarını. Daha iki ay vardı bayrama. Bu bayram daha güzel daha mutlu olacaktı. Başka bir heyecanla bekledi günlerin geçmesini. Beklenen gün gelip çatmıştı. En buruk, en mutlu günüydü onun. Buruktu babası bu bayramda gelememişti. Mutluydu onun gönderdiği beyaz ayakkabılarını giyecekti. O sabah ayakkabılarına sarılırken babasına sarılır gibi hissetti. Birkaç ay önce artırdığı üç beş kuruşla almıştı ne de olsa. Belki ayakkabıya, kardeşlerinin fanilasına, annesinin patiskasına verdiği paralar yüzünden gelememişti bu bayram. Tek başına gene gurbet elde kalmıştı. Bir önceki bayramdan kalma gömleğini ve pantolonunu çıkardı annesi özenle sakladığı yerden. Yer döşeğinin altına koyarak bir güzel ütü yaptı kendince. Kırışıklıkları düzeltti işten güçten kırışmış elleriyle. Ayakkabıları kadar olmasalar da fena durmamıştı üstünde. Zaten etrafındaki diğer çocukların ondan bir farkları yoktu. Hepsi de onun gibi fakir çocuklardı. Hatta onun diğerlerine göre bir artısı vardı; beyaz cırt cırtlı spor ayakkabıları. El öpmeye gittiği komşulardan kavrulmuş buğday, kavrulmuş nohut, üzüm, durumu biraz iyi olanlardan şeker toplamıştı epeyce. Hatta harçlık bile almıştı Almanya' da işçilik yapan, zor da olsa bu bayramda memleketine gelen komşudan. Ve bayramdan sonra gömleği ve pantolonu gibi ayakkabısı da kalkmıştı sandığa bir sonraki bayramda giyilmek üzere. Orta ikiye başlamıştı o sene. İki kilometre idi okulla ev arası her gün iki kilometre gel iki de git dört kilometre. Bazen kaçak bindiği belediye otobüsünden yarı yolda indirirdi fark eden muavin. En sevdiği ders Türkçe ve en sevdiği öğretmen de Türkçe öğretmeniydi. Okulda sadece okul birincisi olan arkadaşının ve onun Türkçe dersi 10 idi. O yıl beden eğitimi dersinde spor ayakkabısı giymek zorunlu idi. Hocası tutturmuştu illa spor ayakkabı ile geleceksiniz diye. Ne bilsindi onun ve diğer arkadaşlarının spor ayakkabıyı sadece bayramlarda giydiğini. Okul servisi ile sabah şehirden gelir, akşam gene aynı servisle geri dönerdi. Daha bir gün bile gitmemişti spor ayakkabı istediği arkadaşlarının köyüne. Mecburen giydi bayramlık ve baba yadigarı beyaz spor ayakkabılarını. Ama dayanamayacaklarını biliyordu günde dört kilometre yol yürü ondan sonra da iki saat spor yap. Bir gün cız etti yüreği yanlardan patlak vermişti ayakkabılar. Her ikisinin de iki tarafı patlamıştı. Arka taraftan yırtık çoraptan görünen topukları ön taraftan ayak baş parmağı görünüyordu. Ama mecburdu beden eğitimi öğretmeni spor ayakkabıyı mecbur kılmıştı. Başka çaresi yoktu, alternatifi ise hiç yoktu. Günlerden Cuma idi gene iki saat yırtık beyaz ayakkabısı ile beden eğitimi dersi yapmış. Üstünü başını değiştirmek için sınıfına gitmişti. Diğer arkadaşları aşağı inmiş bayrak töreni için toplanmışlardı. Öğretmenler yerlerini almışlar. Geride kalan üç beş kişinin de toplanmasını bekliyorlardı. Üstünü başını değiştirdi koşar adım arkadaşlarının yanına inmeye başladı. Merdivenlerin başına geldiğinde omzuna bir elin dokunduğunu hissetti. Geriye dönüp baktığında en sevdiği Türkçe öğretmeni karşısındaydı. Öğretmeni yavaşça kulağına eğildi kısık bir sesle - Ayakkabı numaran kaç? Dedi Beyninden vurulmuştu sanki başı döndü sendeledi. Kısık ve cılız bir sesle - Benim ayakkabıya ihtiyacım yok hocam dedi. Altı kalkmış her tarafı patlamış beyaz spor ayakkabısı ile geri döndü koşarak sınıfına çıktı. Ağladı… Ağladı… Ağladı… YUSUF DEMİR

20 Ağustos 2011 Cumartesi

BOŞA GEÇEN YILLAR (alıntı)

Ona Deli Sahip diyorlardı; çünkü gözü hiçbir şeyden korkmuyordu. Ününü duymayan yoktu. Çok mert ve eli açık bir insandı. Ama verdiği şeyler, içki sofrasında verilenlerden başka bir şey değildi. Sokakta onu görenler aynı kaldırımda yürümemek için yol değiştirir, gölgesine bile basmaktan çekinirdi. Çünkü o, sokağın ve şehrin kabadayısıydı.

Nereye girse etrafına bakınması bile, herkesin orayı terk etmesine yetiyordu. İnsanlar ondan bezmişti. Babası ve annesi inançlı insanlardı. Dünya adına her şeyi yaşamış, hayatın her sahasına girip çıkmış, onların yalancı lezzetiyle hem-dem olmuştu. Kendisi de yaşadığı bu hayatı: "Ben hayatın her türlü pisliğini gördüm ve yaşadım." şeklinde ifade ediyordu.

Ekonomik durumu iyiydi. Menfaat üzerine kurulsa da, çok dostu vardı. Dostları etrafında dört dönüyor, zora her düştüklerinde Sahip Dayının gölgesine sığınıyorlardı. Eşi Feride Hanım, her defasında eve sarhoş gelen bu adamdan bıkmıştı ama, bu hayatı yaşamaktan başka çâresi de yoktu. Ondan gelen her şeye katlanıyor; tahkir, baskı, işkence, ızdırap dolu bir hayat içerisinde hayatını devam ettiriyordu.

Yıllar böyle geçti. Takvimler 1992 yılını gösteriyordu. Yaşadığı şehre ilk defa Türkiye'den insanlar geliyordu. Bir anlamda bunlar misafirleriydi. Misafir onlarda azizdi ve en güzel şekilde karşılanmalıydı. Misafirlerle ilgilenmek, onlarla bir arada olmak kabadayılığın ayrı bir yönünü teşkil ediyordu. Ama o pek alkolsüz gezmezdi. Nasıl olur da misafirlerin yanına bu şekilde gidebilirdi. Başka bir alternatifi de yoktu. Bir ara düşündü; "Acaba ben bu halde onların yanına gidip otursam benimle konuşurlar mı? Beni kabul ederler mi?" diye. Sonunda kararını verip yanlarına vardı. Konuşurken biraz uzakta durmaya çalışıyor, bazen ağzını eliyle kapatma ihtiyacını hissediyor, onları rahatsız etmemek için büyük çaba sarf ediyordu.

Sahip Dayı, aylarca bu haliyle Türkiyeli misafirlerin yanına gidip geldi. İltifatlara mazhar oluyor, bir dost olarak kendisine değer veriliyordu. Artık bu insanlardan kopamıyordu. Kendisini onlara bağlayan neydi, bir türlü anlayamıyordu. Konuşmaları mı, oturup kalkmaları mı, hal ve hareketleri mi, bilemiyordu. Tek bildiği şey, içkili geldiğini bildikleri halde, ona içkiden bahsetmiyor, tahkir etmiyor, kırıcı bir söz söylemiyorlardı. Bir ara kendi kendine: "Bu insanlara haksızlık ediyorum galiba. Ne olur sanki bazı günler içmeden gitsem? Biraz zor olsa da, bana gösterilen saygıdan dolayı bunu yapmam gerekiyor." dedi. Buna mukabil içinden başka bir ses yükseldi: "Deli Sahip, kabadayı Sahip, içki âleminden uzak ve insanlarla bir arada ha!. Anlaşılacak bir şey değil bu. Sonra arkadaşların bunu duyarlarsa ne derler?" İki arada bir derede kalmıştı. Eski dostları ve eski hayatı bırakmak onun için hiç de kolay olmayacaktı.

Günler, aylar bu zıt düşüncelerin mücadelesiyle geçmişti. Yeni dostların konuşmaları, davranışları, yüzlerindeki tebessüm, sözlerindeki sıcaklık tesir etmişti Bir gün bir büyüğünden duyduğu: "Oğlum mutlaka bir gün Türkiye'den arkadaşlarınız gelecekler. Belki biz onları göremeyiz; ama sizler onları göreceksiniz. Onlar bizlere sahip çıkacak ve onlarla tekrar buluşacağız." sözleri kulaklarında yankılandı. Acaba bunlar, onlar mıydı?

Zamanla gönül dünyasında da bazı değişiklikler başlamıştı. Eski dostlarından olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu.

O günlerde şehirlerinde yeni açılacak Türk okulunda çalışan Recep Usta'yla tanıştı. Dostlukları ilerledikçe Recep Usta onun karakterini daha iyi keşfetmişti. Bu mert insanı yaşadığı hayattan kurtarmanın yolunu arıyordu. Bir gün ona, zor da olsa bir teklifte bulundu: "Sahip Dayı, yarın beraber Cuma namazına gideceğiz." deyince, Sahip Dayı beyninden vurulmuşa döndü. Birden irkildi ve "Ben kim, camiye gitmek kim. Hadi içki neyse, cami de nereden çıktı." şeklinde düşündü. Ardından; "Ben camiye gidemem Recep Usta, millet ne der sonra, 'Deli Sahip korktu da şimdi namaza başladı.' dedirtmem kendime. Bana yakışmaz, gururuma yediremem; ben gelemem!" dedi. Recep Usta böyle bir cevapla karşılaşabileceğini tahmin ediyor; ama dostluklarına güveniyordu: "Sahip Dayı, ben seni yarın burada bekleyeceğim. Gelmezsen, hemi vallah hemi billah buraya oturup sen gelinceye bekleyeceğim" dedi. Recep Usta dediğini yapardı. Bunu Sahip Dayı çok iyi biliyordu. Çok zor bir cevap olacaktı ama Recep Ustanın ısrarına dayanamayarak "tamam" dedi.

Ama o, bu cevabı bir türlü kabullenememişti. Akşama kadar düşündü: "Ölürüm de gidemem. Sahip camiye gitti dedirtmem kendime." dedi. Ve kararını verdi, bir daha Recep Ustayla görüşmeyecekti.

Cuma namazına saatler kalmıştı. Sahip Dayı içindeki sıkıntıyı bir türlü atamıyordu. Bir yandan Recep Ustayı düşünüyor, bir yandan da cumayı... Bir tarafta yıllardan beri savunduğu fikirler; diğer tarafta, içini ısıtan düşünceler... Kendini tam bir eşikte hissediyordu. Bu eşiği geçerse, yepyeni fakat bazı zorlukları olan bir dünya kendisini selâmlayacak. Bu eşikten geri dönerse, eski bildik hayatın bulanıklığında yalpalanıp duracaktı. Çağrılar çift yönlüydü. Zihni: 'Eski hayatında ne vardı, ne güzel yaşayıp gidiyordum.' derken, gönlü tâze bir şafağın seherinde kanatlanmak için sabırsızlanıyordu. Benliği zıt güçlerin çarpıştığı bir arena gibiydi. Zaman geçiyordu. Dakikalar onu âdeta yelkovanlar arasına almış eziyor, hayatının en zor kararını vermesini bekliyordu. "Belki Recep Usta da vazgeçmiştir." dedi kendi kendine. Gidip bakacak, eğer orada hâlâ dediği gibi bekliyorsa, onun gösterdiği vefaya karşılık, o da vefa gösterecekti... Uzaktan baktı, Recep Usta anlaştıkları yerde bekliyordu. Bir anda kaçmak istedi, ama o anda içini bilemediği ve daha önceleri hiç yaşamadığı bir his kapladı, ayakları onu Recep Ustaya doğru sürüklüyordu. Recep Usta Sahip Dayıyı görünce, sevincinden neredeyse haykıracaktı. "Ben biliyordum; bu insandaki mertliğin, ona güzel bir hayatın kapısını açacağını. Nasıl olur da bu kadar mert insanlar bu güzel hayattan habersiz yaşayabilirlerdi?" diye mırıldandı. Vefalarına karşılık vefa gören bu insanlar birbirine sıkıca sarıldılar, sonra birlikte yıllarca kapısına kilit vurulan mescidin yolunu tuttular.

Kamet getirilmiş, farza durulacaktı. Cemaat hâlâ Sahip Dayıya bakıyordu. Belki de inanamıyorlardı. Bir an camide alışık olunmayan bir ses yükseldi. Belli ki, bütün bunlara dayanamamıştı. O eski kabadayı edasıyla kükreyerek, cami adabına yakışmayan bir şekilde başladı konuşmasına: "Bu cami Allah'ın evidir. Ben sizin evinize gelmedim ki, beni kınıyorsunuz. Burası Allah'ın evidir ve ben O'na geldim. Size ne oluyor?"

Sahip Dayının hayatında artık her şey değişmişti. O İslâmiyet'i doğru bir şekilde öğrenmek için büyük çaba sarf ediyor, halkın inançları arasına giren hurafeleri ayıklıyor ve yanlışları düzeltmekten hiç çekinmiyordu. Bir gün bir cenaze merasiminde yanlış bir uygulama yapmak isteyen hocayla tartışmaya başlayınca, arkadaşı onu kenara çekerek; "Yahu Sahip, önceleri içki meclislerinde kavga ediyordun, şimdi ise dinî meclislerde kavga ediyorsun." diyerek sakinleştirmişti. O, yanlışlıklara karşı tahammülü olmayan biriydi.

Sahip Dayı yaptıklarından dolayı insanlarla helâlleşerek Allah'ın huzuruna gitmek istiyordu. Onu en çok memnun eden hadise ise; 16 yaşında kaçırarak evlendiği, yıllarca eziyet ettiği mütevazı kadın Feride Ananın ona hakkını helâl etmesiydi. O mütevazı kadın, yıllarca eziyetini çektiği kocasının bu halini görünce, her şeyi unutmuş ve hakkını helâl etmişti.

Yaşı elliyi geçen ve yaşını soranlara: "Henüz 8 yaşındayım." cevabını veren Sahib Dayı, eski hayatı aklına gelince gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Bazen Recep Ustaya sarılıp: "Beni siz adam ettiniz. Eğer sizler ve engin hoşgörünüz olmasaydı, bütün bu güzelliklerden habersiz olarak gidecektim." diyerek hıçkırıklarını tutamıyor ve ekliyordu: "İyi sözlerin yanında Türkler adına öyle şeyler de duymuştum ki, sizleri görmese idim, doğrunun hangisi olduğunu öğrenemeden gidecektim." diyor, bir eliyle de gözyaşlarını siliyordu. "Türklerden Allah razı olsun. Bana oğlumun bu hale geldiğini söyleselerdi, gözümle görmeden inanmazdım." diyen annesinin cenazesini de o Türkler kaldırıyordu.

Kabadayı, sert ve acımasız olarak bilinen o adam, şimdi hayır işlerinde en önden yürüyor. Geçimini de içki dükkânından değil, mütevazı kitabevinden sağlıyor. Eski hayatından geriye kalan ise, sadece mert ve cömertliği... Kendisinden çekinmeye devam edenlere şunu diyor: "Ben kimim ki benden korkuyorsunuz. Allah'tan korkun."

Kenan GÜZEL

18 Ağustos 2011 Perşembe

DUA


DUA ALMAYA BAKIN!


Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmektedir. Düğün günü çok koyun ve inek kesilir. Et Kokuları mahalleyi sarar. Ancak evin bitişiğinde, Müslüman,
dul bir kadın, dört yetimiyle yaşamaktadır. Hepsi de Günlerdir açtırlar. Kadıncağız, düğün evinin kapısını Calip, 'ateş' ister. Ancak maksadı BAŞKADIR.
"Belki yemek verirler" diye gitmiştir. Adam, kadının niyetini anlasa da, bir şey vermez. Kadıncağız, bir daha gidip 'ateş' ister. Yine eli boş döner.
Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez, bu defa Acır kadına. Hallerini anlamak için dehlize iner ve dayar kulağını bitişik evin duvarına ve dinler.
Yetimcik, annesine yalvarıyor:
- Anneciğim, ne olur bir daha git. Belki bu sefer bir şey verirler.
Kadın ağlamaklıdır:
- Üç defa gittim yavrum! Artık Utanıyorum.
Ada m bunu duyar. Kalbi sızlar. güzel bir 'Sofra' hazırlatıp, gönderir evlerine. Ve dehlize inip, dinler yine. Yetimlerin en küçüğü dua ediyor:
- Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et! Onu imanla şereflendir!
Ardından;
- Âmiiiin! sesleri yükselir.
O anda, kalbi döner ateşperestin. Ve 'Şehâdet'i getirip imanla şereflenir. Nitekim Sadaka, belâyı önler. Ama dua, kaderi değiştirir! Buyurmuştur BUYUKLERIMIZ

17 Ağustos 2011 Çarşamba

YURT ( alıntı)


Mahir Bey, Karadeniz'in şirin bir ilinden İstanbul'a gelmişti. Burada lüks semtlerden birinde oturuyordu. Muhafazakâr bir aileye mensup olmasına rağmen, mutluluk için tek anahtarın para olduğuna inanan, para kazandıkça mâneviyattan uzaklaşan, mâneviyattan uzaklaştıkça da dine tavır alan biriydi. Yakın çevresi onu mâneviyat ortamlarına davet ettiğinde, verdiği cevap genelde; "Geri kafalı bunlar, geri kafalı..." şeklinde olurdu.
Dinle ilgili konular, zamanla Mahir Bey'i oldukça rahatsız etmeye başladı. Konuşma içinde geçen "Allah" lâfzına bile tahammül edemez duruma geldi. Hele insanların dinî sohbet için bir araya gelmeleri veya hayır için yardım toplamaları onu iyice rahatsız ediyordu. Hayır işleri için yanına gelenlere; "Bırakın bunları kardeşim! Yapacak işiniz yok mu sizin?" derdi. Hattâ bir keresinde, memleketinde yapılacak bir yurt inşaatı için kendisinden yardım isteyen iş adamlarına etmediği hakaret kalmamıştı. Bununla da yetinmeyip, "Bunlar irtica yapıyorlar!" diyerek şikâyette bulunmuş ve hemşerilerini çok üzmüştü.
Tek çocuğu vardı Mahir Bey'in. Özel öğretmenler, özel okullar... Her şeyi özeldi Tuncay'ın. Belki de bu yüzden 'tatmin edilemeyen' bir genç olup çıkmıştı. Tuncay'ın 'takıldığı' arkadaşlar, gittiği mekânlar onu yavaş yavaş içinden çıkılmaz bir hâle sürüklüyordu. Çevresinden gelen uyarıların hiçbirini dikkate almıyordu. Mahir Bey bütün bunlardan haberdar olmakla birlikte, işin sonunu düşünmüyor, oğlunun durumunda kendince bir yanlışlık görmüyordu. Dostlarına ise, "Bu zamanda gençleri sıkmaya gelmez. Bırakın istedikleri gibi yaşasınlar. Biz görmedik diye, onlara da mı çektirelim?!..." diyordu.
Mahir Bey bir gün fabrikaya gittiğinde bir hemşerisini kendisini bekler buldu. "Mutlaka bir şey istemeye gelmiştir. Asalak herifler. Bir yapıştılar mı sonu gelmez. Bıktım bunlardan. Her gün bir yenisi." diye geçirdi içinden ve kaşlarını çatarak ofisine geçti.
Sekreteri:
- Efendim, bir beyefendi, hemşeriniz olduğunu söylüyor. 'Mutlaka görüşmem lazım.' diyor.
Mahir Bey peşin hükmün verdiği can sıkıntısıyla yüzünü buruşturarak, içeri almasını söyledi. Hemşerisi lafı uzatmadan:
- Tuncay, dedi.
Mahir Bey heyecanla:
- Ne Tuncay'ı? Bir şey mi oldu yoksa?!..
- Bizim oğlan dün gece Tuncay'ı uyuşturucu alırken görmüş. Haber vereyim, dedim.
Bu haber hayatının bütün tadını alıp götürmüştü Mahir Bey'in. "Ben ne yaptım ki bunlar başıma geldi? Bütün imkânları hazırladım onun için. Ne istediyse aldım. Neden? Neden?" diyerek isyan ediyordu.
O günden sonra oğlunu defalarca karşısına alıp konuşmayı denedi; ama olmadı. Tuncay, babasının sözüne kulak bile asmıyordu. Üstelik gittikçe daha da hırçınlaşıyordu. Tarifi imkânsız bir düşmanlıkla karşılıyordu babasının konuşmalarını. Mahir Bey buna bir mânâ veremiyordu.
Günlerce ne yapacağını düşündü. En meşhur psikologlara götürmeyi denedi; ama olmadı. Tuncay babasından gelen hiçbir teklife yanaşmıyordu.
İyice çaresiz kalan Mahir Bey'in aklına bir fikir geldi: Tuncay'ın dayısı Arif!
"Neden daha önce düşünmedim. Tuncay, Arif'i çok sever. Onu dinler." diye düşündü.
"Olmaz... Olmaz... Ben neler diyorum ya!" diye başını salladı sonra. Çünkü Arif Bey muhafazakâr biriydi. Mahir Bey bu yüzden onunla pek görüşmezdi. Ama şimdi sıkıntıda olan oğluydu. "Tuncay için her şeye katlanırım. Arif'e bile" diyerek Arif Bey'in yanına gitmeye karar verdi.
Arif Bey eniştesini büyük bir nezaketle karşıladı. İkramda bulundu, hürmet etti. Mahir Bey bir an önce konuya girmek ve içini dökmek istiyordu.
Oğlunun başına gelenleri tek tek anlattı. Çaresizliğini ilk defa bu kadar açıkça ifade ediyordu. Yeğeninin durumuna Arif Bey de çok şaşırmış ve üzülmüştü. Fakat ona göre bir çıkış yolu vardı:
Enişte, Tuncay buradaki ortamından mutlaka uzaklaşmalı. Çevresinde arkadaşları olduğu müddetçe, bizi dinlemesi çok zor. Memlekette tanıdığım çok güzel arkadaşların açtığı temiz, nezih bir yurt var. Nice genç tanıyorum ki, o yurda gidip geldikçe kötü alışkanlıklarını bırakıp güzel birer insan oldu. Benim teklifim de Tuncay'ı o arkadaşlarla tanıştırmak.
Bir süre, işin getirisini-götürüsünü konuştular. Karar verildi. Tuncay, dayısının yanına gelecekti.
Tuncay'ı çağırdılar. Dayısı yeğenini uzun uzun dinledi. Sonra konuyu açtı. Tuncay da sorular sordu, biraz direnir gibi oldu ve zaman istedi. Fakat dayısının gençlerin durumundan anlar hâli ve şefkati, ona güven vermişti. Dayısından herhangi bir baskı görmeyeceğini biliyordu. Yine de bir müddet düşünmek istediğini söyledi. Dayısı sabırlıydı.
Aradan birkaç ay geçtikten sonra, bir gün Arif Bey Tuncay'dan telefon aldı.
Tuncay, okulunun kalan kısmını tamamlamak için, memlekete, dayısının yanına gelmeye karar verdiğini söylüyordu. Dayısının sözünü ettiği yurtta kalacaktı.
İlk aylarda alışmakta zorluk çekse de, sonraları yurt ortamını çok sevdi Tuncay. Burada hoşgörü, içtenlik, sevgi ve saygı vardı.
Bir yıl sonra...
Haziran ayının güzel bir İstanbul sabahında, Mahir Bey'in evinin kapısında, ellerinde hediyeler ve çiçeklerle bir genç göründü. Bu, Tuncay'dan başkası değildi.
Büyük bir edep ve hasretle anne ve babasının elini öptü. O bildik Tuncay gitmiş, yerine bir 'beyefendi' gelmişti. "Bu kadar kısa zamanda bütün bunlar mümkün mü?" diyerek içten içe hayret ediyordu Mahir Bey.
Uzun bir zamandan sonra, ilk defa o akşam birlikte yediler. Bütün aile sofradaydı. Herkesin ilk intibaı, yüksek sesle dile getirmeseler de, Tuncay'ın bir hayli değiştiği yönündeydi.
Aradan birkaç gün geçti. Tuncay'ın sabah kalktığında yatağını toplaması, yemekten önce ve sonra ellerini düzenli yıkaması, sofranın kurulmasına ve kaldırılmasına yardımcı olması gibi hususlar aileyi iyice hayrete düşürüyordu.
Mahir Bey, Arif Bey'i aradı:
- Kim bu insanlar? Onlarla tanışmak istiyorum.
- Tabii ki! En kısa zamanda seni buraya bekliyoruz.
İlk uçakta yer ayırttı Mahir Bey.
Memleketini özlemişti. Yolculuk boyunca geçmişin tatlı hatıralarına dalıp gitti Mahir Bey. Nihayet uçak doğduğu topraklara vardı. Memleketinin havası, suyu, dağları, taşları aynıydı. Sıcak ve kucaklayıcıydı.
Yurdu tepeden tırnağa inceledi. Müdür beyle tanıştığında oldukça şaşırdı. Zîrâ müdür, üniversite mezunu oldukça genç biriydi.
- Size oğlum için yaptıklarınızdan dolayı teşekkür etmek için gelmiştim, dedi mahcubiyetle.
- Efendim, buraları açan işadamlarımız var. Teşekkür edilecek birileri varsa onlardır. Bu yurt onların fedakârlığıyla açıldı. Akşam yönetim kurulu toplantımız var. Eğer sizin için de uygunsa, sizi bekliyoruz.
Mahir Bey: "Tamam!" diyerek yurttan ayrıldı.
Akşama kadar çocukluğunun geçtiği yerlerde dolaştı. Düşünme imkânı buldu. Akşam olduğunda içini bir huzur kaplamıştı. Uzun zamandır hissedemediği bir huzur...
Tekrar yurda döndü. Görevli belletmenin yardımıyla yönetim kurulunun toplandığı salona çıktı. Heyecanlıydı. Kendini toparladı ve içeriye girdi. "İrtica yapıyorlar!" diye şikâyet ettiği hemşerileri karşısındaydı. Yeni hizmetler yapabilme adına, şahsî hayatlarından fedakârlık yapan bu heyet, ne zaman biteceği belli olmayan bir toplantı için, hiçbir karşılık beklemeyen dertli yürekleriyle bir araya gelmişlerdi. Söyleyecek başka söz yoktu.
B. Turgay YALANIZ
(Sızıntı Dergisi Eylül 2009

15 Ağustos 2011 Pazartesi

BEN OKUMAYACAĞIM (alıntı)

Mart ayı gelmişti ama kızım hala okumaya geçmemişti. Ödevlerini
yapmamak için bir sürü bahane buluyordu. Elimden geldiğince
ilgileniyor, çalışma şevki kazanması için çabalıyordum. Ancak hiçbir gelişme yoktu.

Adeta inatla okuma-yazma öğrenmemeye çalışıyor gibiydi. Öğretmenliğin kazandırdığı bütün deneyimlerimi kullanıyor, hiçbirinin işe yaramadığını gördükçe telaşım artıyordu.

Kızımdan bir yaş küçük oğlum ve henüz yedi aylık bebeğimden
çalabildiğim her dakikayı kızıma ayırıyor, ancak öğretmeniyle her
konuştuğumda büyük bir düş kırıklığı ile eve dönüyordum. 'Kızım acaba geri zekalı mı' diye düşündüğüm oluyor, bu düşünceler yüzünden beynimin zonklamasını geçirmek için iki, üç tane ağrı kesici almak zorunda kalıyordum.

O soğuk mart akşamında, sönmeye yüz tutmuş sobanın yanında, kızıma heceleri söktürebilmek için uğraşırken, onun ilgisizliği kalan son sabrımı da tüketti. Ayların birikimiyle kızı mı omuzlarından tutup, silktim ve minicik yanağına hatırladıkça utandığım' bir tokat attım. Yanağı kıpkırmızı oldu. Şaşkın ama kızgın baktı. Ağlamamak için minik dudaklarını sürekli büküyor, bakışları kalbimin ötelerine doğru ok gibi ilerliyordu.
Sessizliği bozan ben oldum.
"Neden? Nazlıhan neden? Niçin okumayı öğrenmek için gayret
göstermiyorsun? Sen aptal değilsin. Neden kendine aptalmışsın gibi davranılmasına izin veriyorsun?"

Bir an durdu, sonra sesinin bütün yırtıcılığı ve kiniyle, "Çünkü
ben okumak istemiyorum" diye haykırdı. Kulaklarıma inanamıyordum. Yüksek tahsil yapıp, iyi bir geleceği olacağını düşlediğim biricik kızım, benim, ben öğretmen Emine Özgenç'in kızı "Okumak istemiyorum" diye bağırıyordu.

Hayal kırıklığı ve şaşkınlık içerisinde "Neden?" diye sorabildim. "Çünkü ben senin gibi okuyup, öğretmen olup, çocuklarımı evde yalnız bırakıp işe gitmeyeceğim. Çalışmayacağım. Ben sadece anne
olacağım."

Kızım konuşmuyor, adeta beni tokatlıyordu. Başım dönüyor, gözüm kararıyor, bu sözlerin gerçekten kızıma mı ait olduğunu anlamaya çalışıyordum. Evet bu sözleri bana yedi yaşındaki kızım
söylüyordu.

"İnsan şimdi bayılmaz da ne zaman bayılır" diye düşündüm. Sanki birden, gözlerimin önünde bir sinema perdesi açıldı ve acı bir film
oynamaya başladı. Yozgat'ın Nohutlu Tepesi'nde, o her çıkışımda hiç bitmeyeceğini düşündüğüm yokuşun başındaki bir türlü ısıtamadığım evi hatırladım.

12 Eylül sonrası, eşimin (birçok insana yapıldığı gibi) hiç
anlayamadığım bir tarzda ve sebepsizce tutuklanıp cezaevine
götürülüşü. Aylarca tutuklu olduğu halde mahkemenin bir türlü başlamayışı. Yıllarca süren ve benim, eşimin neden tutuklandığını beraat ettikten sonra bile anlamadığım mahkemeler. Bakamadığım için dokuz aylık oğlumu Samsun'a, anneme bırakmam. Bakıcı ve anaokulu masraflarını karşılayamadığım için, iki yaşındaki kızımı her gün çalıştığım liseye götürüşüm. Yavrumun öğretmenler odasında koltuklarda uyuyuşu. Uykusunun en derin yerinde çalan teneffüs ziliyle yavrumun fırlayıp koltuklara oturuşu. Sonra müdürün beni çağırıp,

-"Bak Emine Hanım, biliyorum zor durumdasın ama seni gören herkes çocuğunu okula getirmeye başladı. Burası çocuk yuvası değil ki. Bir daha kızını okula getirme" deyişi.

O günden sonra iki buçuk yaşındaki kızımı o koskoca, o sopsoğuk evde, yalnız başına bırakıp, dönene kadar kızımı koruması için Allah'a yalvarışlarım. Acıkır ve susar diye etrafa bıraktığım su bardakları ve yiyecekler. Her akşam eve döndüğümde yavrumu bir köşede battaniyenin altında büzüşmüş buluşum.
-"Yavrum, iyi misin? Korktun mu?" diye sorunca,

-"Korktum, ağladım, ağladım, yoruldum, sustum, sonra yine ağladım" diyerek boynuma sarılışı. Bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden.

Bir türlü filmin sonu gelmiyordu. Nisan sonlarına doğru bir öğle paydosunda eve gelmiş ve zili çalmak zorunda kalmıştım. O sabah telaşla çıkarken anahtarı evde unutmuştum. Ama çok dert
etmemiştim. Nasılsa kızım evdeydi. Kapıyı açardı. Ama açmadı.
Açmadığı gibi sesinin bütün gücüyle "Anne" diyerek ağlıyordu. "Kızım, ben annenim, aç kapıyı" dedikçe o;

"Hayır sen annem değilsin. Sen kurtsun. Beni yiyeceksin" diye feryat ediyordu. Ne söyledimse inandıramadım. Dinlediği bir masaldan etkilenmişti besbelli. Yavrum, minik yavrum korkuyor ve ağlıyordu. Yarım saat uğraşmış, ikna edememiştim.
Yapacağım tek şey vardı. Bir şekilde içeri girmek. Ama nasıl? Kapıyı kıracak gücüm yoktu. Nohutlu Tepesi'nde çilingir ne gezerdi. İçerde yavrum feryat figan ağlıyordu.

Neden sonra alt kata inmeyi düşündüm. Kapıyı açan komşuma bir yandan olayları anlatıyor, bir yandan balkona doğru koşuyordum. Bir sandalye bulup balkona yerleştirdim ve üst kattaki evimin balkonuna ulaştım. Ben,153 santimlik ufak tefek kadın, bir sandalye yardımıyla nasıl olup üç metrelik tırmanışı gerçekleştirerek, üçüncü kattaki evimin balkonuna ulaştım. Hala anlamış değilim. Sanki görünmeyen bir el beni yukarı çekti.

Balkonun kapısı pek sağlam olmadığından, kilidi kolayca açıp içeri
koştum. Kızım kapının dibine oturmuş, başını bacaklarının arasına
sıkıştırmış ağlıyordu. Sarıldım, sarıldım, sarıldım... Göz
yaşlarım onunkiyle karıştı. Koynuma büzüldü. Sadece;

"Annem, anneciğim, kurt beni yiyecekti" diyebiliyordu. 

O gün öğleden sonraki ilk dersimi kaçırdım. Müdürün ikazına rağmen kızımı sınıfıma götürdüm. Önce müdür muavini, sonra müdür tarafından azarlandım ama hiç cevap vermedim. Sadece göz pınarlarımda iki damla yaş belirdi. Ve o yaşlar müdürün birden susup özür dilemesine sebep oldu.

Evet bu acı film bitecek gibi değil.

Kızımın sesiyle irkildim. "Ben okumayacağım. Anne olacağım diye feryat ediyordu. Feryat etmiyor sanki beni tokatlıyordu. Ona iyi bir anne olamadığımı ve bundan duyduğu rahatsızlığı bu sözlerle haykırıyordu yüzüme. Hayatımın hiçbir anında böylesine bir acı yaşamamıştım. Hiçbir söz yüreğimi ve belleğimi böylesine hırpalamamıştı.

Kızımın kestane rengi saçlarını okşadım. Tokadımla kızaran
yanağını öptüm. Başını göğsüme bastırdım. Onun hafızasında yer eden bütün acıları silmek istiyordum. En doğru, en eğitici sözleri bulmalıydım. Ama nasıl? Bu allak bullak beyinle nasıl?

Öylece ne kadar kaldık bilemiyorum. Bir ara konuşacak gücü
bulabildim.
"Kızım, her okuyan kadın çalışmak zorunda değildir. Sen iyi bir
anne olmak istiyorsun. Ben de iyi bir anne olmanı istiyorum. Ancak, okursan,bilgili olursan, iyi bir anne olabilirsin. Çalışmak zorunda değilsin ki. Sen de evde çocuklarına bakar, onlara okuma yazma öğretirsin" diye devam eden birçok cümle sıraladım peş peşe. Kızım ikna olmuş görünüyordu.

Ertesi gün okuldan geldiğinde onu masanın başında Cin Ali kitabını okurken buldum. Kızım, okuyup yazmayı aylar önce öğrenmiş fakat ısrarla herkesten saklamıştı.

Öğretmeni şaşkındı. "Nasıl olur da bir çocuk, bir günde bu kadar
ilerleme kaydedebilir?" diye soruyordu.

Bu sorunun cevabı öyle uzun ve anlaşılması öyle güçtü ki... O an susmak, en güzel cevaptı çünkü bu sorunun cevabını ancak ben ve Nazlıhan anlayabilirdik.

Emine Özgenç

14 Ağustos 2011 Pazar

ERMİŞ ÇOBAN (Alıntı)

Henüz yirmisinde olan genç bir delikanlı…
Bir kıza gönlünü kaptırmış, o derece âşık olmuş ki, sevdiğinden başka bir şey düşünemez, derdiniz kimseye anlatamaz olmuş.
–Ne haldesin, sana ne oldu? diyenlere mahzun bir tebessümle bakar, hiçbir şey söylemezmiş. Onun bu hali çevresinde bulunan herkesi merak içinde bırakıyormuş. Onun derdini birlikte çobanlık yaptıkları yakın arkadaşından başka kimse bilmezmiş. İki arkadaş gündüzleri köyün koyunlarını güder, geceleri de kaldıkları tek oda bir kulübede yaşarlarmış.

Günlerden bir gün, günlük işlerini yapmış, kulübelerine dönmüşler. Âşık olan çoban her zamanki gibi kulübelerinin az ilerisindeki bir kaya parçasının üzerine oturmuş, yaşlı gözlerle güneşin batışını izlemektedir. Diğer çoban da akşam yemeği için hazırlık yapmaktadır. Tam bu esnada kulübelerinin önüne gelen bir ihtiyarın sesi duyulmuş.
–Hey delikanlı!
Âşık çoban ihtiyarı duyacak durumda değilmiş. İhtiyar birkaç defa seslenir ama âşık çobanın duyacağı yok. Dışarıdan gelen sesi işiten diğer çoban kulübeden dışarı çıkınca ihtiyar bir adam karşılaşmış.
–Buyurun efendim! Bir şey mi istediniz?
İhtiyar:
–Evladım! Ben yolcuyum, susadım, bana içecek bir su verir misin?
Genç içeri girmiş, su kabını eline alarak ihtiyara vermiş. İhtiyar bir yandan suyu yudum yudum içerken, bir yandan da ileride duran gencin halini merak etmiş. Birkaç defa seslenmesine rağmen sesini duyuramadığından sağır mıdır acaba diye düşünmeye başlamış.
İhtiyar kendisine su veren çobana sormuş:
–Arkadaşın hasta mıdır?
Genç:
–O gecelerini uykusuz geçirmektedir. Kendine bakmıyor, yemeği, beslenmesi çok düzensiz… Kızdan başka hiçbir düşüncesi yok. Uykusu kız, yemesi kız, içmesi kız, çevresi kız, onun her şeyi kız olmuş… Aşk bu olsa gerek.
Genç çobanı dikkatle dinleyen ihtiyar sorar:
–Arkadaşın kime âşık olmuş?
Çoban:
–Padişahın kızına.
İhtiyar şaşkındır, az ileride konuşmalardan habersiz bir kaya parçasının üzerinde oturan gence bakar. Saçı sakalı birbirine karışmış, zayıf çelimsiz bir genç hali vardı.
Âşık çobanın arkadaşı:
–Efendim! Ben ona çok söyledim. Sen kim, padişahın kızı kim? Senin neyine padişahın kızına âşık olmak, ama dinletemedim.
İhtiyar:
–Çağır bakalım şu âşık çobanı da bir de onunla konuşalı, der.
Genç çoban arkadaşının yanına gider ve birlikte ihtiyarın yanına dönerler. Âşık çoban ihtiyarın yanına gelince, durumun çok daha vahim olduğu gözlerden kaçmamıştır. Genç çobanın ayakta duracak takati yoktur.
İhtiyar:
–Evladım bu halin nedir? Üzülme, çaresi olmayan dert, şifası olmayan hastalık yoktur, dedikten sonra derin düşüncelere dalar gider. Kısa bir sessizlikten sonra, ihtiyar, çobanlara yere oturmalarını söyledikten sonra anlatmaya başlar.

Kapılarına kadar gelen bu ihtiyar, devrin padişahının danışmanlarından biriymiş. Uzun yıllardır, padişah her sıkıntıya düştüğü meselede ilk danıştığı bu ihtiyar olurmuş. Padişah bu ihtiyarı çok sevmiş, onu kendine danışman yaparken bir istekte bulunmuştu: "Benim danışmanım olduğunu kimseye söylemeyeceksin, falanca dağın eteğinde bir kulübede yaşayacaksın, ben seni çağırınca geleceksin." O zamanlar genç olan bugünün ihtiyarı, padişahın talebini kabul etmiş ve yılladır dağın eteğindeki kulübesinde tek başına yaşıyor, boş zamanlarını da gül satarak geçiriyordu. Padişahın onu sevdiği gibi o da padişahı çok seviyordu. Bu yaşantıya sırf padişahı sevdiği için katlanmıştı.

İhtiyarı dinleyen gençler şaşkındır, hele âşık çoban şaşkınlıkla birlikte içinde ümit ışıkları yanmaya başlamıştır. Nihayet padişahla yakınlığı olan birine rastlamıştır.
Âşık genç sorar:
–Benim derdime bir çare bulabilir misin?
İhtiyar:
–Benim kaldığım kulübenin üst kısmında bir mağara var, sen oraya çekileceksin. Kırk gün hiç dışarı çıkmadan Allah, Allah diye zikirde bulunacaksın. Sonra talebine kavuşacaksın.
Âşık genç iyice şaşırmıştır, bu kadar kolay mıdır?
Âşık genç:
–Gerçekten bu kadar kolay mı? Ben şimdi elime tespihimi alacağım, mağarada kırk gün Allah lafzı celili ile zikir çekeceğim, sonra sevdiğime kavuşacağım, öyle mi?
İhtiyar:
–Evet, benim dediklerimi yaparsan, kırk günün sonunda sevdiğine kavuşacaksın.

Çoban sabahı beklemeden, arkadaşıyla vedalaşarak ihtiyarla birlikte hemen yola koyulur. Birlikte yol alırken çobanın morali yükselmiş, yüzüne renk, ayaklarına kuvvet gelmişti. İhtiyar, çobana mağaranın kapısına kadar eşlik eder. Kapıda çoban ile ihtiyar vedalaşırlar. Çoban hemen içeri girer ve Allah zikrine başlar. Niyetini padişahın kızına, dilini de Allah'ın zikrine yöneltir.
Aradan birkaç gün geçmiştir, çoban zaruri ihtiyaçlarının dışında sadece zikirle meşgul olmaktadır. Çoban mağarada zikirle meşgul olurken, civar köylerde bir söylenti kulaktan kulağa dolaşmaya başlar. Herkes birbirine şöyle diyordu: "Şu dağdaki mağaraya keramet ehli bir derviş yerleşmiş, gece gündüz zikirle meşgul olmaktadır." Söylenti artarak devam etmiş, sadece yakın köylere değil, zamanla kasabaya, oradan da ülkenin her tarafına yayılmış. Söylenti her yayılışta, bire bin katarak abartılıp çobana birçok kerametler izafe edilir.

Çobanın mağaraya çekilmesinin üzerinden bir ay geçmiştir ki, bir gün arkadaşı çoban onu ziyarete gelir. Mağaradaki kendini zikre o kadar vermişti ki, arkadaşının geldiğini fark etmemiştir. Seslendikten sonra ancak kendine gelebilmiştir. Kısa bir hasret gidermeden sonra, arkadaşı mağaradan ayrılır ve çoban zikre devam eder.

Kırk günün dolmasına üç–beş gün kala, çobanın şöhreti bütün ülkeye yayılmıştır. O kadar duyulmuştur ki; sarayda bile konuşulur olmuştur. Derken padişah da derviş haberini duyar. Bir gün padişah vezir ile bu meseleyi konuşur.
Padişah:
–Böyle Allah dostlarının yanımızda olması bize çok büyük faydalar sağlar.
Vezir:
–Sultanım! Elimizi çabuk tutalım, zikir ehli bir yerde fazla durmaz, onlar dünyayı dolaşırlar, bu dervişi saraya alıp, burada ikamet ettirelim.
Padişah:
–Güzel düşündün, var git dervişi al saraya getir.

Padişahtan talimatı alan vezir doğruca dağın yolunu tutar. Yanındakilerle birlikte çobanın yanına varır. Durumu çobana anlatır, çoban teklifi kabul etmez. Çoban direkt olarak padişahın kızını kendisine teklif edileceğini bekliyordu. Vezir, çobanı padişaha götürmek için her ne teklif yaptıysa, kabul edilmez. Üzgün bir şekilde saraya döner.
Padişah, vezirinden olanları öğrenince üzülür.
Vezir:
–Sultanım! Allah dostları dünya malına değer vermez. Derviş Efendi de bunun en güzel örneği oldu, der.

Vezirini dinleyen Padişah, bir de kendisi gitmeye karar verir. Hazırlık yaptırır ve yola çıkarlar. Padişah dağdaki çobana giderken ihtiyar danışmanına haber salmış, onu da yanına almıştı. Padişah maiyeti ile çobanın bulunduğu mağaranın kapısına gelir.

Tevafuk bu, padişahın mağaraya geldiğinde çoban inzivadaki kırkıncı gününün içindedir. Padişah, zikir halindeki çobana tekliflerini yapar. Çoban sessizce dinler, padişah bitirince, çoban zayıf ve kısık bir sesle "hayır istemem" der.
Padişah da, maiyeti de şaşkındır. Bu teklifler öyle kolay kolay reddedilecek teklifler değildir. Orada bulunanların hiçbiri bu işe bir anlam veremez. Herkes bu durumu âşık çobanın maneviyatının yüksekliğine bağlar. Padişahı reddetmesi, çobanın itibarını kat kat arttırmıştır.

Orada bulunanların içinde işin özünü bilen, sadece ihtiyardır. İhtiyar danışman padişaha der ki:
–Padişahım! Bu derviş Efendiyi kızınızla evlendirirseniz, amacınıza ulaşırsınız.
Padişah:
–Kabul eder mi?
İhtiyar:
–Edebilir, bir deneyelim, der.

Bu öneri padişahın hoşuna gider. O sırada padişahın mağaradaki dervişi ziyaret ettiği haberi çevre köy ve beldelere ulaşmış, haberi duyan dağa akın eder. Kısa zamanda dağda kalabalık bir insan topluluğu meydana gelir.
Padişah ile ihtiyar danışmanı arasında bu konuşma geçerken, gün akşam olmuş, güneş batmak üzeredir. Âşık çobanda huşu içinde zikrine devam etmektedir. Padişah ve danışmanı dervişe doğru ilerlerler.
Mağaranın kapısında çobana öneriyi yapar:
–Derviş Efendi, seni kızımla evlendireyim.

Padişah bu teklifi yaparken, âşık çobanın çoban arkadaşı da mağaranın kapısına kadar yaklaşmış, sevinci yüzünden okunmaktadır. Arkadaşı kaç yıldır hasretini çektiği sevdiğine kavuşacaktır. İhtiyar da ümitlidir zira çobanın bu mağaraya hangi gaye için kapandığını bilmektedir.

Güneş batmış, ufukta batan güneşin bıraktığı kızıllık vardır.
Çoban elindeki tespihi cebine koyar. Mağaranın kapısına gelerek cevabını verir:
–Hayır padişahım, kızınızla da evlenmek istemiyorum.

Şaşırmak sırası, ihtiyar danışmanda ve çobanın arkadaşındadır. Nasıl olur? Çoban bu mağaraya padişahın kızını alabilmek için kapanmıştır.

Dağ derin bir sessizliğe bürünmüştü. Herkes hayret içindedir. Bu dervişin gerçek manada Allah dostu olduğuna kimsenin şüphesi kalmamıştır. Çünkü ona yapılan teklifler, kimsenin reddedemeyeceği tekliflermiş. Sessizliği çobanın arkadaşı bozmuş:
–Sen ne yaptığının farkında mısın? Sen padişahın kızını elde edebilmek için neler çektin? Neredeyse hayatını kaybedecektin. Şimdi bunu elde ettin, ama kabul etmiyorsun. Sen kendinde değilsin.
Âşık çoban gülmüş. Padişaha, kalabalığa ve özellikle de ihtiyar danışmana dönerek şöyle demiş:
–Ben kırk gün padişahın kızına kavuşmak için Allah dedim. Rabbim de padişahı, maiyetini ve şu kadar insanı ayağıma getirdi, imkânlarını önüme serdiler. Ben eğer padişahın kızı için değil de, Allah için Allah demiş olsaydım…