25 Kasım 2011 Cuma

Hicr-i Yılbaşınızı Tebrik Ederim

"Bir kimse, Muharrem ayının ilk günü, aşağıdaki duâyı 3 defa okursa

Peygamberimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicretinin başlangıç kabûl edildiği târihe, seneye “Hicrî Yıl” denir. Burada, ayın hareketi esâs tutulduğu için buna, “Hicrî-Kamerî Sene” veya “Sene-i Kameriyye” de denir.

Hicrî sene de mîlâdî ve rûmî târihler gibi 12 ay esâsına dayanır ve Muharrem ayı ile başlar, Zilhicce ile sona erer. Ayların adları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîul-evvel, Rebîül-âhir, Cemâzil-evvel, Cemâzil-âhir, Receb, Şâbân, Ramazân, Şevvâl, Zil-kâde, Zil-hicce.

Hicrî senenin kabûlünden beri asırlardır İslâm âleminde 1 Muharrem sene başı olarak kabûl edilmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselâm 53 yaşındayken Medîne’ye hicret etti. Bir hafta yolculuk yapıp mîlâdî Eylül ayının 20. ve Rebîülevvel’in 8. Pazartesi günü, Medîne yakınındaki Kubâ köyüne vardılar. Eylülün 23. gününü de burada geçirip, Cumâ günü Medîne’ye girdiler. Bu seneki Muharrem ayının birinci günü, yâni hicretten 66 gün evvel, Müslümânların hicrî-kamerî sene başlangıcı oldu. Bu da, târihçilere göre mîlâdın 622. yılındaydı. Kubâ köyüne ayak bastığı 20 Eylül günü Müslümânların yılbaşısı, yâni hicrî sene başlangıcıdır. 20 Eylül gününü başlangıç kabûl eden güneş yılına da “Hicrî-Şemsî Yıl” denir.

Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerîfinde buyurdu ki:

“Bir kimse, Muharrem ayının ilk günü [ya’nî hicrî yılbaşında], aşağıdaki duâyı 3 defa okursa, Allahü teâlâ o kimseyi, gelecek Muharrem ayına kadar bütün belâlardan emîn kılar.”

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdü lillahi Rabbil-âlemîn. Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Allahümme Entel-Ebediyyül-Kadîm. El-Hayyül-Kerîm. El-Hannânül-Mennân. Ve hâzihî senetün cedîdetün, es’elüke fîhel’ısmete mineş-şeytânir-racîm, vel-avne alâ hâzihin-nefsil-emmâreti bis-sûi vel-iştigâle bimâ yukarribünî ileyke, yâ zel-celâli vel-ikrâm, bi-rahmetike yâ erhamer-râhimîn. Ve sallallahü ve selleme alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve Ehli beytihî ecmaîn.”

Meâli ise şöyledir: “Besmele”, “hamdele” ve “salvele”den sonra, “Ey Allah’ım! Sen Ebedî ve Kadîmsin [Kendinden evvel hiçbir varlık olmayan], varlığı, hayâtı devâmlı olan, kullarına keremi ziyâde, merhameti, ni’metler bağışlaması sonsuz, yalnız Sensin Allahım! İşte bu yeni yıldır ki, ben, bu yıl boyunca, huzûrundan kovulmuş şeytândan korumanı ve dâimâ kötülüğü emreden nefsime gâlip olmam için yardımını ve beni Sana yaklaştıran işlerle meşgûl olmamı Senden dilerim ey celâl ve ikrâm sâhibi Allahım. Ey merhametlilerin en merhametlisi, rahmetinle muâmele eyle. [Sonunda tekrâr salevât-ı şerîfe var].”

“Nüzhetü’l-mecâlis” kitâbında [I, 156] bildirildiğine göre bir kimse böyle derse, şeytân: “Biz bu kişiden ümîdi kestik” der ve Allahü teâlâ ona, kendisini sene boyunca koruyacak iki melek görevlendirir

24 Kasım 2011 Perşembe

İbretlik

ÖĞRETMENLERİMİZ...
Van ve Erciş'te meydana gelen depremde 64 öğretmenimiz yaşamını yitirmişti. Erciş'te görev yapan 300 eğitimcinin depremden 4 gün önce katıldıkları, Okul Gelişim Programı (OGP) kapsamında,kişisel gelişim uzmanı olan bir seminerci,gözlerini bir süreliğine kapatmalarını istediği öğretmenleri, 'Kalanların ardından yedi karanfil' isimli parçanın fon müziği eşliğinde bir yolculuğa çıkardı.Bir süre sonra, "Uçağa bindiniz, herkes 1 haftalığına istediği yere tatile gönderiliyor. Uçak hareket ettikten sonra pilot, 'motorlarımızda bir arıza var, uçağımız düşecek. Koltuklarınızın önünde kalem kağıt var. Ömrünüzün son 10 dakikasında kime ne yazmak isterseniz yazabilirsiniz' diye anons yaptı. Şimdi gözlerinizi açın ve kime ne yazmak istiyorsanız yazın" diye seslendi.
İşte o öğretmenlerin mektuplarından bölümler...
.................................... , .................................
'Bitanem! Hayatımda en çok gitmek istediğim yere gidiyorum ama yine metinim.Oraya anlaşılamamanın acısıyla gidiyorum.Zamanım tükenmek üzere, seni çok üzdüm, hakkını helal et. Allah'a emanet olun. Allahaısmarladık..."
.................................. , ....................................
"Sevgili babam! Ecel kapıyı çaldı. Babam kendine işkence etmeyi bırak, hayatı sev, kavga etme. Bırak küçükler hürmet ve saygısını göstersin. İzin ver insanlar seni sevsin. Sevgini belli edemedin. Bizleri kucaklayamadın. Hakkını helal et babam. Kendine eziyet etme. Seni çok seviyorum..Kızın"
.................................... , .................................
"Sevgili annem, babam, eşim, çocuklarım ve dostlarım...Çocuğum, Zeynebim ve Nisanıma 'babanız öldü' demeyin, o cennete gitti deyin. Çünkü cenneti merak etsin."
.................................... , .................................
"Anneciğim, beni çok sevdin, Ben de seni çok sevdim. Bana çok kızdın, ben de sana çok kızdım. İstediğin gibi bir kız evlat olamadım, bu yüzden bana hep kırgındın. Bense, benim mutlu olma biçimimi, seçimlerimi takdir etmediğin için öfkeliydim, kırgındım. Oysa, bu ben aslında biraz da sendim. Anne biliyorum ki sen beni ben seni herkesten çok sevdik bu da bana yeterdi."
.................................... , .................................
Van'da ve Erciş'te hayatlarını kaybeden öğretmenler başta olmak üzere rahmeti Rahmana giden bütün öğretmenlerimizi rahmetle,bize bir harf dahi olsa öğreten bütün öğretmenlerimizi saygı ve hürmetle yad ediyoruz.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Öğretmenlerimize Özel

Gençliğe Hitabe
Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre... Birincisi iki buçuk asır... Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet... İkincisi üç asır... Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet... Üçüncüsü bir asır... Allahın, Kur'ân'ında 'belhüm adal-hayvandan aşağı' dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret... Ya dördüncüsü? .... Son yarım asır! .. İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet... İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören... Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilâkı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik...

Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün 'dikey'leri 'yatay' hale getirecek bir çığlık kopararak 'mukaddes emaneti ne yaptınız? ' diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...

Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik...

Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında 'Hakimiyet Hakkındır' düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik...

Emekçiye 'Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın! ' diyecek... Kapitaliste ise 'Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın! ' ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...

Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk'ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezheb, ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâmda olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik...

'Kim var? ' diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert 'ben varım! ' cevabını verici, her ferdi 'benim olmadığım yerde kimse yoktur! ' fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...

Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usûle, stratejiye uygun bir gençlik...

Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik...

Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hâsılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik...

Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara 'siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi! ' diyecek ve gerçek müslümanlığın 'nasıl'ını ve 'ne idüğü'nü her haliyle gösterecek bir gençlik...

Tek cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik...

İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodomanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Allahın selâmı üzerine olsun...

Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!

Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es! ...
 
Necip Fazıl Kısakürek

1 Kasım 2011 Salı

Canım İstanbul.

Canım İstanbul
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O manayı bul da bul!
İlle İstanbul'da bul!
İstanbul,
İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir ' Katibim'i...

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...
 
Necip Fazıl Kısakürek