25 Ocak 2012 Çarşamba

Tuzlu Kahve

Kıza bir partide rastlamıştı.. Harika birşeydi. O Gün peşinde o kadar
delikanlı vardı ki... Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti.
Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı ama tam bir
kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular.
Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu.
Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı...
“Ben artık gideyim” demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı.

“Bana biraz Tuz getirir misiniz” dedi. “Kahveme koymak için.”

Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı. Kahveye tuz! Delikanlı
kıpkırmızı oldu utançtan ama Tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı.
Kız, merakla “Garip bir ağız tadınız var.” dedi.. Delikanlı anlattı: “Çocukken
deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım.
Denizin Tuzlu Suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.
Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı
dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu
ailemi hatırlıyorum... Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar.
Onları ve evimi öyle özlüyorum ki...”

Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının... Kız dinlediklerinden
çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar
özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini
arayan, evini sakınan biri... Ev duyusu olan biri... Kız da konuşmaya
başladı. Onun da evi uzaklardaydı. Çocukluğu gibi...
O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu... Tatlı ve sıcak.
Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii...
Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses,
prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses
ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu...
Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü...

40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. “Ölümümden sonra aç” diye
bir mektup bırakmıştı sevgili karısına. Şöyle diyordu, satırlarında: “Sevgilim,
bir tanem. Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum
için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.
İlk buluştuğumuz Günü hatırlıyor musun? Öyle heyecanlı ve gergindim ki,
şeker diyecekken ‘Tuz’ çıktı ağzımdan. Sen ve herkes bana bakarken,
değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim
ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı
defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim.
Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok...

İşte gerçek: Ben tuzlu kahve sevmem! O garip ve rezil bir tat.
Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim.
Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın
en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum.
Dünyaya bir daha gelsem, herşeyi yeniden yaşamak, seni yeniden
tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim,
ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da...”

Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında
birgün biri, kadına “Tuzlu kahve nasıl bir şey?” diye soracak oldu..
Gözleri nemlendi kadının...
Çok tatlı!.. dedi...

Seni Özlemek

Seni ilk gördüğüm gün başka kim varsa silinip gitti hayatımdan. Tatlı anılar bir yana hangi olay varsa zihnimden silindi. Yepyeni tertemiz bir başlangıçtı bu. Çıplağımkarşında arınmış durumdayım. Yaşamın iki yüzlülüğünüyalancılığını ihanetlerini kalleşliklerini soyunup karşına en saf en yalın benliğimle çıktım.

Sana ait olanı yaşamak istiyorum ben. Aşksa aşk sevinçse sevinç hüzünse hüzün acıysa acı. Senden gelen hiçbir şey korkutmuyor beni. Sen yanımda olduktan sonra her şeye dayanabileceğimi biliyorum. Gözlerindeki derin uçurumlarda bir dağcı edasıyla gezinmek mutlu ediyor beni. Seni her gün yeniden keşfediyorum. Bu keşifte yolumu kaybetmeme imkan yok. Pusulamda rehberimde sensin. Karanlık yollarda ışığımda sensin.

Demet demet çiçek oluyorsun. Ben o çiçek tarlasının acemi bahçıvanı birini koklasam diğerinin hatırı kalır diye üzülüyorum. Neyse ki her gün yeniden açıyorsun. Ve ben o renk renk çiçekleri bir daha koklama şansına sahip oluyorum.

Ne desem de sevda mı anlatsam diye düşünüyorum. Bu güne kadar söylenmiş en güzel sevda sözcükleri bile sana duyduğum aşkı ifade edemeyecek diye korkuyorum. Dünyanın bütün dilleriyle “Seni Seviyorum” desem yetmeyecek biliyorum.

Nereye gidersem gideyim yanımda götürüyorum seni. Hiç yalnız değilim bu yüzden.Ne gecelerim sensiz geçiyor ne gündüzlerim. Yaptığım her şeyde attığım her adımda mutlaka sen de varsın.

Özlemek aşkın yaramaz çocuğu. Ben o çocuğu bile uslandırdım artık. Özlenen sensin çünkü.
Sen benim için bu dünyada özlenmeye değer tek şeysin. Karşıma nasıl çıktığının önemi yok.Biz buna hayatın sürprizi diyelim.

Hani bir piyango bileti alır cüzdanında unutursun da haftalar sonra hatırlayıp listeye baktığında ikramiye kazandığını görür sevinirsin ya…
İşte Sen Benim Hayatımın Büyük İkramiyesisin !


Özdemir Asaf

KALPTEN GELENLER...

KALPDEN GELENLER
özlem nedir bilirmisin
yanında olupta ulaşamamak nedir bilirmisin
özlemek
can dediğin
canan dediğin
yakın olandır
özlemek,
yanıbaşındakini özlemektir
özlemek,
bir tutam papatyayı uzattığında
onu göremeyendir özlenen
varlığı
çok kıymetli
sessizliği ise can acıtandır
özlemek
hayatın anlamı olsada,onun farkında olmayandır özlenen
özlem güzel bir haslettir
özlediğinde o minnacık kalbin atışlarının değiştiğini görür insan
özlenene kavuşmak
zor olsada
ahirette olsada
arzudur-istektir
özlemek güzeldir

mustafa yerli

19 Ocak 2012 Perşembe

ÖZDEMİR ASAF

Dünüyle ünlü insanlar bugün gün yüzü görmezler.

Dost gerçekleri.. Düşman işine geleni.. Deli ağzına geleni.. Aşık içinden geçeni söylermiş.

Kendi bahçesinde dal olamayanın biri, Girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.

Evlilik, iki kişilik yalnızlıktır.

İki yüzlünün dilinde tat, kalbinde ise fesat gizlidir.

Özgürlüğü elinden alınan çocuğa büyük derler.

Bir seni görsün istiyorsan gözüm, bir beni görmeli gözün.

Ağzında yalan varken konuşma!

Herkes fazlasıyla sevmiş, Ben eksikleriyle de sevdim oysa.

İnsan mı paraya bağlı, para mı insana bağlı ? Bu, insana bağlı.

Ne para istiyorum ne de pul. Tek bir istediğim var, o da yalansız bir kul.

insanı bedenen ameliyat etmek için bayıltmak gerekir,ruhen ameliyat etmek için se ayıltmak.

Kolay mıdır bir anda herşeyden vazgeçip gitmek, Yoksa herşeye rağmen gitmekten vazgeçip sevmek mi gerek ?

Unutsun beni demişsin, bu bana imkansız geliyor. Çünkü unutmam için önce seni hatırlamam gerekiyor.

Yanına kadar koştuktan sonra, Bir adım daha atamayacaksan eğer; Oraya kadar sakın koşma. Sana değil, bekleyene yazık olur.

Gelecekse beklenen, beklemek güzeldir. Özleyecekse özlenen, özlemek güzeldir. Ve sevecekse sevilen; O hayat herşeye bedeldir.

Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz.

Sevmeyi Bilmiyosan Kullanma O İki Kelimeyi ! “Yani Ne Sen Kirlet Ağzını O Sözle. Ne de O Söz Ağlasın Kimin Eline Düştüm Diye.

İnsanlar gelmeleriyle boşluk dolduranları severler, gitmeleriyle boşluk yaratanlara aşık olurlar.

İnsanın zamanı varsa, herşeyin gelmesini beklemeye mecburdur. Her şeyi varsa eğer; Zamanın geçemesini beklemeye mahkumdur.

Ne zaman imkansızı seversen, işte o zaman gerçek seversin.

Sustuğunu bilen olgundur, bildiğini susan değil.

Anı bahçelerinde üşümek sıcaktı.

Ölüm; ben seni utanç ile titrerken gördüm.

Beni öyle bir yalana inandır ki ömrümce sürsün doğruluğu.

Gerçek değer; gelmesi boşluk dolduran değil gitmesi boşluk yaratan.

Yolun geleceğini çizdim, geçmiş gibi.

Açlık insanı öldüren, partileri yaşatan bir olaydır.

Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler .

Bir sevgiyi anlamak, bir yaşam harcamaktır… Harcayacaksın!

Bugüne en uzak gün, dün.

Benimle ömür geçer mi ki dedim. Senle geçirmeye ömür yeter mi ? dedi. İşte bu bana bir ömür yetti.

Bir kez geçer, bir insan bir karşı’ya, Ondan sonra artık herşey karşı’dır.

İnsan parasını kaybedince fakir, özgürlüğünü kaybedince esir, aşkını kaybedince şair olurmuş.

İki tür nokta var ; biri önüne ve ardına bakar , biri ardına bakmaz ardını noktalar.

Gelmesen önemli değil, gelsen önemli olurdu!.. Gelmemen büyük yalnızlığımı doldurdu.

Sevilenin yanlışı görünmez, sevilmeyenin görüntüsü yanlıştır.

Her seven sevilenin boy aynasıdır. Sevmek sevilenin o aynaya bakmasıdır.

Ölünceye kadar seni bekleyecekmiş, Sersem. Beni seni beklerken ölmem ki. Beklersem.

Yaşamak için bırakılmış bir yön baktım, yoktu: Ben direnmek için elimden gelin yaptım.

Solan renkleri boyamakta o boyasız boyacı.

Seni bulmaktan önce aramak isterim. Seni sevmekten önce anlamak isterim. Seni bir yaşam bitirmek değil de, Sana hep hep yeniden başlamak isterim.

Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.

Dün sabaha karşı kendimle konuştum. Ben hep kendime çıkan bir yokuştum. Yokuşun başında bir düşman vardı. Onu vurmaya gittim ve kendimle vuruştum.

Her korkan kaçmaz. Ama her kaçan, korkaktır.

Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Bu yılan doğadaki yılandır, toplumdaki değil. Yanlış anlaşılıyor.

Şu hayvan o kadar vahşî ki.. Onun üstesinden ancak insan gelebilir.

sen bana bakma ben senin baktıgın yerde olurum.

Güçlü olmanın türlü yolları vardır, dürüst olmanın bir tek.

Ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım.

Bir kelimeye bin anlam yüklediğim zaman sana sesleneceğim. ÖZDEMİR ASAF

14 Ocak 2012 Cumartesi

Kadir Kıymet

Ne çok terk edenler var ömrümüzde. Terk ettirilen. Ne çok dost sandığımız insanlar var çevremizde. Ne çok riyakâr yüzler.

Sizleri de aldılar elimizden çocuklar. Sizlerin gülüşlerini de. Ağlamalar bıraktınız bize ağırlığınızdan daha da ağır. Üçünüzün bakışlarında ki huzuru başka hangi resimlerinizle taşısak ki yüreğimize.

Size uzanan ellerin hükmü kalmasa yeryüzün de. Karıncayı dahi incitecek takat kalmasa hücrelerinde. Yağmur bulutlarını hediye ettiniz günlerimize, gönlümüze.

Dağlanan yüreğimizde pamuk şekeri tutan pamuk gibi elleriz konaklar. Gelmez yarınlarınız vardır. Gelmez geleceğiniz. Umut var ses hep sizi çağırdı gün düşümüze. Hep siz konaklardınız gönül misafirhanemizde. Hep size ayarlandı okul saatleri. Hep sizinle başlandı kahvaltıya. Çikolata sürdü belki anneleriniz sizin için birer dilim ekmeğe ve yerleştirdi yemek masasında ki tabağınıza.

Baloncu amca sizin için hep üç adet balon ayırdı. Gökyüzünde umudun sıcaklığını hissetmek için, sonsuza uçurabilin diye.

Bakkal amca gofretlerinizi, cipslerinizi, sevdiğiniz şekerlemeleri ayırdı sınav sonraları başarılarınızın ödülü olsun diye.

Okul sıralarınıza en güzel kokan çiçekler bırakıldı sizler koklayabilin diye.
Mahalle aralarında oynanan oyunlarda sizin sıranız geldi çocuklar. Seksek atlarken, yakan top oynarken, kör ebede de, saklambaçta da hep sıranız geldi çocuklar. Oyunlar sizi bekler.

Ya siz kimleri beklediniz duyuramadığınız çığlığınızla size uzanamayan bizlerin ellerini mi?
Ahmet, Dilruba, Türkan sizinle birlikte parçalandı yürekler. Gömüldü acımasızın elleriyle kara toprağa.
Şeker tutan ellerinizle şeker kaplı günleriniz olacakken, böylesi acı ve hazin bayramları yaşatmamalıydınız bize çocuklar yaşatmamalıydınız.

Daha nice! Ahmet’ler, Dilruba’lar, Türkan’lar gelecek nice evlerin çocuk odasına ve onlar sizin için uçuracaklar balonları ruhlarınızla birlikte huzura uçabilsinler diye.

 Hiçbir caninin elleri, ellerinin gölgeleri dahi uzanmasın çocuklarımızın yanına. Pamuk şekerlerini yiyip, top peşinde koştursun, evcilik oynasınlar korku nedir bilmeden çocuklarımız.

emine göl yılmaz

4 Ocak 2012 Çarşamba

Bir müddet zeytin yiyeceğiz,sonra,,,

Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi.  Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi. "Evet, Nazif Bey!" diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla "Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu." dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. "Ya, öyle mi.?" diyebildi sadece. Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp "Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?" diye sordu. "Evet var, oğlu Selim Bey....". Titrek bir sesle "Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?" dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye, "Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim." dedi ve telefona yöneldi.. Sonra "Kim diyelim efendim?" diye sordu. "Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım." cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra mütebessim bir çehreyle, "Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin." dedi. Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak, "Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir." dedi. "Bendeniz de Selim Cebeci. Lütfen buyurun, oturun." dedi, genç iş adamı.

Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz: "Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl. Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim." dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. "Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam." Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: "Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım." Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine: "Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?" Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla "Evet" dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı. "Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık." dedi.

Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve "Sizi karşıma Allah çıkardı." dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı. "Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?" dedi. Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak "Bizdeki emanetinizi vermek için..." deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. "Emanet mi?" dedi. Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine "Gelebilir misiniz?" deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.

Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek, "Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi. "Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.' diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum." dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.

Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:

"Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..."

Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:

"Bir müddet sabredeceğiz, sonra..."

İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:

"Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..." diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, "Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim."

Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak: "Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam: 'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, 'Alışacağız.' dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: 'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' diye haykırdı. Bunun üzerine babam: 'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi. Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, 'Yoruldum.' dedim. Babam oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.

Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı: 'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.' Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı. 'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyor musunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.

Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı." dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancın alacaklılarının hakkıdır.' diyor".

Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı. "Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım." Selim Beye döndü ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu. Selim Bey kendisine has tebessümü ile: "Bir müddet zeytin yerdim, sonra..." dedi ve gülümsedi. O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. 'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.

"Sevgili Mehmet Bey oğlum, Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım onu Rabb'im bilir. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım. Sevgilerimle, Nazif Cebeci."

Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi.