20 Ağustos 2011 Cumartesi

BOŞA GEÇEN YILLAR (alıntı)

Ona Deli Sahip diyorlardı; çünkü gözü hiçbir şeyden korkmuyordu. Ününü duymayan yoktu. Çok mert ve eli açık bir insandı. Ama verdiği şeyler, içki sofrasında verilenlerden başka bir şey değildi. Sokakta onu görenler aynı kaldırımda yürümemek için yol değiştirir, gölgesine bile basmaktan çekinirdi. Çünkü o, sokağın ve şehrin kabadayısıydı.

Nereye girse etrafına bakınması bile, herkesin orayı terk etmesine yetiyordu. İnsanlar ondan bezmişti. Babası ve annesi inançlı insanlardı. Dünya adına her şeyi yaşamış, hayatın her sahasına girip çıkmış, onların yalancı lezzetiyle hem-dem olmuştu. Kendisi de yaşadığı bu hayatı: "Ben hayatın her türlü pisliğini gördüm ve yaşadım." şeklinde ifade ediyordu.

Ekonomik durumu iyiydi. Menfaat üzerine kurulsa da, çok dostu vardı. Dostları etrafında dört dönüyor, zora her düştüklerinde Sahip Dayının gölgesine sığınıyorlardı. Eşi Feride Hanım, her defasında eve sarhoş gelen bu adamdan bıkmıştı ama, bu hayatı yaşamaktan başka çâresi de yoktu. Ondan gelen her şeye katlanıyor; tahkir, baskı, işkence, ızdırap dolu bir hayat içerisinde hayatını devam ettiriyordu.

Yıllar böyle geçti. Takvimler 1992 yılını gösteriyordu. Yaşadığı şehre ilk defa Türkiye'den insanlar geliyordu. Bir anlamda bunlar misafirleriydi. Misafir onlarda azizdi ve en güzel şekilde karşılanmalıydı. Misafirlerle ilgilenmek, onlarla bir arada olmak kabadayılığın ayrı bir yönünü teşkil ediyordu. Ama o pek alkolsüz gezmezdi. Nasıl olur da misafirlerin yanına bu şekilde gidebilirdi. Başka bir alternatifi de yoktu. Bir ara düşündü; "Acaba ben bu halde onların yanına gidip otursam benimle konuşurlar mı? Beni kabul ederler mi?" diye. Sonunda kararını verip yanlarına vardı. Konuşurken biraz uzakta durmaya çalışıyor, bazen ağzını eliyle kapatma ihtiyacını hissediyor, onları rahatsız etmemek için büyük çaba sarf ediyordu.

Sahip Dayı, aylarca bu haliyle Türkiyeli misafirlerin yanına gidip geldi. İltifatlara mazhar oluyor, bir dost olarak kendisine değer veriliyordu. Artık bu insanlardan kopamıyordu. Kendisini onlara bağlayan neydi, bir türlü anlayamıyordu. Konuşmaları mı, oturup kalkmaları mı, hal ve hareketleri mi, bilemiyordu. Tek bildiği şey, içkili geldiğini bildikleri halde, ona içkiden bahsetmiyor, tahkir etmiyor, kırıcı bir söz söylemiyorlardı. Bir ara kendi kendine: "Bu insanlara haksızlık ediyorum galiba. Ne olur sanki bazı günler içmeden gitsem? Biraz zor olsa da, bana gösterilen saygıdan dolayı bunu yapmam gerekiyor." dedi. Buna mukabil içinden başka bir ses yükseldi: "Deli Sahip, kabadayı Sahip, içki âleminden uzak ve insanlarla bir arada ha!. Anlaşılacak bir şey değil bu. Sonra arkadaşların bunu duyarlarsa ne derler?" İki arada bir derede kalmıştı. Eski dostları ve eski hayatı bırakmak onun için hiç de kolay olmayacaktı.

Günler, aylar bu zıt düşüncelerin mücadelesiyle geçmişti. Yeni dostların konuşmaları, davranışları, yüzlerindeki tebessüm, sözlerindeki sıcaklık tesir etmişti Bir gün bir büyüğünden duyduğu: "Oğlum mutlaka bir gün Türkiye'den arkadaşlarınız gelecekler. Belki biz onları göremeyiz; ama sizler onları göreceksiniz. Onlar bizlere sahip çıkacak ve onlarla tekrar buluşacağız." sözleri kulaklarında yankılandı. Acaba bunlar, onlar mıydı?

Zamanla gönül dünyasında da bazı değişiklikler başlamıştı. Eski dostlarından olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu.

O günlerde şehirlerinde yeni açılacak Türk okulunda çalışan Recep Usta'yla tanıştı. Dostlukları ilerledikçe Recep Usta onun karakterini daha iyi keşfetmişti. Bu mert insanı yaşadığı hayattan kurtarmanın yolunu arıyordu. Bir gün ona, zor da olsa bir teklifte bulundu: "Sahip Dayı, yarın beraber Cuma namazına gideceğiz." deyince, Sahip Dayı beyninden vurulmuşa döndü. Birden irkildi ve "Ben kim, camiye gitmek kim. Hadi içki neyse, cami de nereden çıktı." şeklinde düşündü. Ardından; "Ben camiye gidemem Recep Usta, millet ne der sonra, 'Deli Sahip korktu da şimdi namaza başladı.' dedirtmem kendime. Bana yakışmaz, gururuma yediremem; ben gelemem!" dedi. Recep Usta böyle bir cevapla karşılaşabileceğini tahmin ediyor; ama dostluklarına güveniyordu: "Sahip Dayı, ben seni yarın burada bekleyeceğim. Gelmezsen, hemi vallah hemi billah buraya oturup sen gelinceye bekleyeceğim" dedi. Recep Usta dediğini yapardı. Bunu Sahip Dayı çok iyi biliyordu. Çok zor bir cevap olacaktı ama Recep Ustanın ısrarına dayanamayarak "tamam" dedi.

Ama o, bu cevabı bir türlü kabullenememişti. Akşama kadar düşündü: "Ölürüm de gidemem. Sahip camiye gitti dedirtmem kendime." dedi. Ve kararını verdi, bir daha Recep Ustayla görüşmeyecekti.

Cuma namazına saatler kalmıştı. Sahip Dayı içindeki sıkıntıyı bir türlü atamıyordu. Bir yandan Recep Ustayı düşünüyor, bir yandan da cumayı... Bir tarafta yıllardan beri savunduğu fikirler; diğer tarafta, içini ısıtan düşünceler... Kendini tam bir eşikte hissediyordu. Bu eşiği geçerse, yepyeni fakat bazı zorlukları olan bir dünya kendisini selâmlayacak. Bu eşikten geri dönerse, eski bildik hayatın bulanıklığında yalpalanıp duracaktı. Çağrılar çift yönlüydü. Zihni: 'Eski hayatında ne vardı, ne güzel yaşayıp gidiyordum.' derken, gönlü tâze bir şafağın seherinde kanatlanmak için sabırsızlanıyordu. Benliği zıt güçlerin çarpıştığı bir arena gibiydi. Zaman geçiyordu. Dakikalar onu âdeta yelkovanlar arasına almış eziyor, hayatının en zor kararını vermesini bekliyordu. "Belki Recep Usta da vazgeçmiştir." dedi kendi kendine. Gidip bakacak, eğer orada hâlâ dediği gibi bekliyorsa, onun gösterdiği vefaya karşılık, o da vefa gösterecekti... Uzaktan baktı, Recep Usta anlaştıkları yerde bekliyordu. Bir anda kaçmak istedi, ama o anda içini bilemediği ve daha önceleri hiç yaşamadığı bir his kapladı, ayakları onu Recep Ustaya doğru sürüklüyordu. Recep Usta Sahip Dayıyı görünce, sevincinden neredeyse haykıracaktı. "Ben biliyordum; bu insandaki mertliğin, ona güzel bir hayatın kapısını açacağını. Nasıl olur da bu kadar mert insanlar bu güzel hayattan habersiz yaşayabilirlerdi?" diye mırıldandı. Vefalarına karşılık vefa gören bu insanlar birbirine sıkıca sarıldılar, sonra birlikte yıllarca kapısına kilit vurulan mescidin yolunu tuttular.

Kamet getirilmiş, farza durulacaktı. Cemaat hâlâ Sahip Dayıya bakıyordu. Belki de inanamıyorlardı. Bir an camide alışık olunmayan bir ses yükseldi. Belli ki, bütün bunlara dayanamamıştı. O eski kabadayı edasıyla kükreyerek, cami adabına yakışmayan bir şekilde başladı konuşmasına: "Bu cami Allah'ın evidir. Ben sizin evinize gelmedim ki, beni kınıyorsunuz. Burası Allah'ın evidir ve ben O'na geldim. Size ne oluyor?"

Sahip Dayının hayatında artık her şey değişmişti. O İslâmiyet'i doğru bir şekilde öğrenmek için büyük çaba sarf ediyor, halkın inançları arasına giren hurafeleri ayıklıyor ve yanlışları düzeltmekten hiç çekinmiyordu. Bir gün bir cenaze merasiminde yanlış bir uygulama yapmak isteyen hocayla tartışmaya başlayınca, arkadaşı onu kenara çekerek; "Yahu Sahip, önceleri içki meclislerinde kavga ediyordun, şimdi ise dinî meclislerde kavga ediyorsun." diyerek sakinleştirmişti. O, yanlışlıklara karşı tahammülü olmayan biriydi.

Sahip Dayı yaptıklarından dolayı insanlarla helâlleşerek Allah'ın huzuruna gitmek istiyordu. Onu en çok memnun eden hadise ise; 16 yaşında kaçırarak evlendiği, yıllarca eziyet ettiği mütevazı kadın Feride Ananın ona hakkını helâl etmesiydi. O mütevazı kadın, yıllarca eziyetini çektiği kocasının bu halini görünce, her şeyi unutmuş ve hakkını helâl etmişti.

Yaşı elliyi geçen ve yaşını soranlara: "Henüz 8 yaşındayım." cevabını veren Sahib Dayı, eski hayatı aklına gelince gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Bazen Recep Ustaya sarılıp: "Beni siz adam ettiniz. Eğer sizler ve engin hoşgörünüz olmasaydı, bütün bu güzelliklerden habersiz olarak gidecektim." diyerek hıçkırıklarını tutamıyor ve ekliyordu: "İyi sözlerin yanında Türkler adına öyle şeyler de duymuştum ki, sizleri görmese idim, doğrunun hangisi olduğunu öğrenemeden gidecektim." diyor, bir eliyle de gözyaşlarını siliyordu. "Türklerden Allah razı olsun. Bana oğlumun bu hale geldiğini söyleselerdi, gözümle görmeden inanmazdım." diyen annesinin cenazesini de o Türkler kaldırıyordu.

Kabadayı, sert ve acımasız olarak bilinen o adam, şimdi hayır işlerinde en önden yürüyor. Geçimini de içki dükkânından değil, mütevazı kitabevinden sağlıyor. Eski hayatından geriye kalan ise, sadece mert ve cömertliği... Kendisinden çekinmeye devam edenlere şunu diyor: "Ben kimim ki benden korkuyorsunuz. Allah'tan korkun."

Kenan GÜZEL

18 Ağustos 2011 Perşembe

DUA


DUA ALMAYA BAKIN!


Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmektedir. Düğün günü çok koyun ve inek kesilir. Et Kokuları mahalleyi sarar. Ancak evin bitişiğinde, Müslüman,
dul bir kadın, dört yetimiyle yaşamaktadır. Hepsi de Günlerdir açtırlar. Kadıncağız, düğün evinin kapısını Calip, 'ateş' ister. Ancak maksadı BAŞKADIR.
"Belki yemek verirler" diye gitmiştir. Adam, kadının niyetini anlasa da, bir şey vermez. Kadıncağız, bir daha gidip 'ateş' ister. Yine eli boş döner.
Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez, bu defa Acır kadına. Hallerini anlamak için dehlize iner ve dayar kulağını bitişik evin duvarına ve dinler.
Yetimcik, annesine yalvarıyor:
- Anneciğim, ne olur bir daha git. Belki bu sefer bir şey verirler.
Kadın ağlamaklıdır:
- Üç defa gittim yavrum! Artık Utanıyorum.
Ada m bunu duyar. Kalbi sızlar. güzel bir 'Sofra' hazırlatıp, gönderir evlerine. Ve dehlize inip, dinler yine. Yetimlerin en küçüğü dua ediyor:
- Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et! Onu imanla şereflendir!
Ardından;
- Âmiiiin! sesleri yükselir.
O anda, kalbi döner ateşperestin. Ve 'Şehâdet'i getirip imanla şereflenir. Nitekim Sadaka, belâyı önler. Ama dua, kaderi değiştirir! Buyurmuştur BUYUKLERIMIZ

17 Ağustos 2011 Çarşamba

YURT ( alıntı)


Mahir Bey, Karadeniz'in şirin bir ilinden İstanbul'a gelmişti. Burada lüks semtlerden birinde oturuyordu. Muhafazakâr bir aileye mensup olmasına rağmen, mutluluk için tek anahtarın para olduğuna inanan, para kazandıkça mâneviyattan uzaklaşan, mâneviyattan uzaklaştıkça da dine tavır alan biriydi. Yakın çevresi onu mâneviyat ortamlarına davet ettiğinde, verdiği cevap genelde; "Geri kafalı bunlar, geri kafalı..." şeklinde olurdu.
Dinle ilgili konular, zamanla Mahir Bey'i oldukça rahatsız etmeye başladı. Konuşma içinde geçen "Allah" lâfzına bile tahammül edemez duruma geldi. Hele insanların dinî sohbet için bir araya gelmeleri veya hayır için yardım toplamaları onu iyice rahatsız ediyordu. Hayır işleri için yanına gelenlere; "Bırakın bunları kardeşim! Yapacak işiniz yok mu sizin?" derdi. Hattâ bir keresinde, memleketinde yapılacak bir yurt inşaatı için kendisinden yardım isteyen iş adamlarına etmediği hakaret kalmamıştı. Bununla da yetinmeyip, "Bunlar irtica yapıyorlar!" diyerek şikâyette bulunmuş ve hemşerilerini çok üzmüştü.
Tek çocuğu vardı Mahir Bey'in. Özel öğretmenler, özel okullar... Her şeyi özeldi Tuncay'ın. Belki de bu yüzden 'tatmin edilemeyen' bir genç olup çıkmıştı. Tuncay'ın 'takıldığı' arkadaşlar, gittiği mekânlar onu yavaş yavaş içinden çıkılmaz bir hâle sürüklüyordu. Çevresinden gelen uyarıların hiçbirini dikkate almıyordu. Mahir Bey bütün bunlardan haberdar olmakla birlikte, işin sonunu düşünmüyor, oğlunun durumunda kendince bir yanlışlık görmüyordu. Dostlarına ise, "Bu zamanda gençleri sıkmaya gelmez. Bırakın istedikleri gibi yaşasınlar. Biz görmedik diye, onlara da mı çektirelim?!..." diyordu.
Mahir Bey bir gün fabrikaya gittiğinde bir hemşerisini kendisini bekler buldu. "Mutlaka bir şey istemeye gelmiştir. Asalak herifler. Bir yapıştılar mı sonu gelmez. Bıktım bunlardan. Her gün bir yenisi." diye geçirdi içinden ve kaşlarını çatarak ofisine geçti.
Sekreteri:
- Efendim, bir beyefendi, hemşeriniz olduğunu söylüyor. 'Mutlaka görüşmem lazım.' diyor.
Mahir Bey peşin hükmün verdiği can sıkıntısıyla yüzünü buruşturarak, içeri almasını söyledi. Hemşerisi lafı uzatmadan:
- Tuncay, dedi.
Mahir Bey heyecanla:
- Ne Tuncay'ı? Bir şey mi oldu yoksa?!..
- Bizim oğlan dün gece Tuncay'ı uyuşturucu alırken görmüş. Haber vereyim, dedim.
Bu haber hayatının bütün tadını alıp götürmüştü Mahir Bey'in. "Ben ne yaptım ki bunlar başıma geldi? Bütün imkânları hazırladım onun için. Ne istediyse aldım. Neden? Neden?" diyerek isyan ediyordu.
O günden sonra oğlunu defalarca karşısına alıp konuşmayı denedi; ama olmadı. Tuncay, babasının sözüne kulak bile asmıyordu. Üstelik gittikçe daha da hırçınlaşıyordu. Tarifi imkânsız bir düşmanlıkla karşılıyordu babasının konuşmalarını. Mahir Bey buna bir mânâ veremiyordu.
Günlerce ne yapacağını düşündü. En meşhur psikologlara götürmeyi denedi; ama olmadı. Tuncay babasından gelen hiçbir teklife yanaşmıyordu.
İyice çaresiz kalan Mahir Bey'in aklına bir fikir geldi: Tuncay'ın dayısı Arif!
"Neden daha önce düşünmedim. Tuncay, Arif'i çok sever. Onu dinler." diye düşündü.
"Olmaz... Olmaz... Ben neler diyorum ya!" diye başını salladı sonra. Çünkü Arif Bey muhafazakâr biriydi. Mahir Bey bu yüzden onunla pek görüşmezdi. Ama şimdi sıkıntıda olan oğluydu. "Tuncay için her şeye katlanırım. Arif'e bile" diyerek Arif Bey'in yanına gitmeye karar verdi.
Arif Bey eniştesini büyük bir nezaketle karşıladı. İkramda bulundu, hürmet etti. Mahir Bey bir an önce konuya girmek ve içini dökmek istiyordu.
Oğlunun başına gelenleri tek tek anlattı. Çaresizliğini ilk defa bu kadar açıkça ifade ediyordu. Yeğeninin durumuna Arif Bey de çok şaşırmış ve üzülmüştü. Fakat ona göre bir çıkış yolu vardı:
Enişte, Tuncay buradaki ortamından mutlaka uzaklaşmalı. Çevresinde arkadaşları olduğu müddetçe, bizi dinlemesi çok zor. Memlekette tanıdığım çok güzel arkadaşların açtığı temiz, nezih bir yurt var. Nice genç tanıyorum ki, o yurda gidip geldikçe kötü alışkanlıklarını bırakıp güzel birer insan oldu. Benim teklifim de Tuncay'ı o arkadaşlarla tanıştırmak.
Bir süre, işin getirisini-götürüsünü konuştular. Karar verildi. Tuncay, dayısının yanına gelecekti.
Tuncay'ı çağırdılar. Dayısı yeğenini uzun uzun dinledi. Sonra konuyu açtı. Tuncay da sorular sordu, biraz direnir gibi oldu ve zaman istedi. Fakat dayısının gençlerin durumundan anlar hâli ve şefkati, ona güven vermişti. Dayısından herhangi bir baskı görmeyeceğini biliyordu. Yine de bir müddet düşünmek istediğini söyledi. Dayısı sabırlıydı.
Aradan birkaç ay geçtikten sonra, bir gün Arif Bey Tuncay'dan telefon aldı.
Tuncay, okulunun kalan kısmını tamamlamak için, memlekete, dayısının yanına gelmeye karar verdiğini söylüyordu. Dayısının sözünü ettiği yurtta kalacaktı.
İlk aylarda alışmakta zorluk çekse de, sonraları yurt ortamını çok sevdi Tuncay. Burada hoşgörü, içtenlik, sevgi ve saygı vardı.
Bir yıl sonra...
Haziran ayının güzel bir İstanbul sabahında, Mahir Bey'in evinin kapısında, ellerinde hediyeler ve çiçeklerle bir genç göründü. Bu, Tuncay'dan başkası değildi.
Büyük bir edep ve hasretle anne ve babasının elini öptü. O bildik Tuncay gitmiş, yerine bir 'beyefendi' gelmişti. "Bu kadar kısa zamanda bütün bunlar mümkün mü?" diyerek içten içe hayret ediyordu Mahir Bey.
Uzun bir zamandan sonra, ilk defa o akşam birlikte yediler. Bütün aile sofradaydı. Herkesin ilk intibaı, yüksek sesle dile getirmeseler de, Tuncay'ın bir hayli değiştiği yönündeydi.
Aradan birkaç gün geçti. Tuncay'ın sabah kalktığında yatağını toplaması, yemekten önce ve sonra ellerini düzenli yıkaması, sofranın kurulmasına ve kaldırılmasına yardımcı olması gibi hususlar aileyi iyice hayrete düşürüyordu.
Mahir Bey, Arif Bey'i aradı:
- Kim bu insanlar? Onlarla tanışmak istiyorum.
- Tabii ki! En kısa zamanda seni buraya bekliyoruz.
İlk uçakta yer ayırttı Mahir Bey.
Memleketini özlemişti. Yolculuk boyunca geçmişin tatlı hatıralarına dalıp gitti Mahir Bey. Nihayet uçak doğduğu topraklara vardı. Memleketinin havası, suyu, dağları, taşları aynıydı. Sıcak ve kucaklayıcıydı.
Yurdu tepeden tırnağa inceledi. Müdür beyle tanıştığında oldukça şaşırdı. Zîrâ müdür, üniversite mezunu oldukça genç biriydi.
- Size oğlum için yaptıklarınızdan dolayı teşekkür etmek için gelmiştim, dedi mahcubiyetle.
- Efendim, buraları açan işadamlarımız var. Teşekkür edilecek birileri varsa onlardır. Bu yurt onların fedakârlığıyla açıldı. Akşam yönetim kurulu toplantımız var. Eğer sizin için de uygunsa, sizi bekliyoruz.
Mahir Bey: "Tamam!" diyerek yurttan ayrıldı.
Akşama kadar çocukluğunun geçtiği yerlerde dolaştı. Düşünme imkânı buldu. Akşam olduğunda içini bir huzur kaplamıştı. Uzun zamandır hissedemediği bir huzur...
Tekrar yurda döndü. Görevli belletmenin yardımıyla yönetim kurulunun toplandığı salona çıktı. Heyecanlıydı. Kendini toparladı ve içeriye girdi. "İrtica yapıyorlar!" diye şikâyet ettiği hemşerileri karşısındaydı. Yeni hizmetler yapabilme adına, şahsî hayatlarından fedakârlık yapan bu heyet, ne zaman biteceği belli olmayan bir toplantı için, hiçbir karşılık beklemeyen dertli yürekleriyle bir araya gelmişlerdi. Söyleyecek başka söz yoktu.
B. Turgay YALANIZ
(Sızıntı Dergisi Eylül 2009

15 Ağustos 2011 Pazartesi

BEN OKUMAYACAĞIM (alıntı)

Mart ayı gelmişti ama kızım hala okumaya geçmemişti. Ödevlerini
yapmamak için bir sürü bahane buluyordu. Elimden geldiğince
ilgileniyor, çalışma şevki kazanması için çabalıyordum. Ancak hiçbir gelişme yoktu.

Adeta inatla okuma-yazma öğrenmemeye çalışıyor gibiydi. Öğretmenliğin kazandırdığı bütün deneyimlerimi kullanıyor, hiçbirinin işe yaramadığını gördükçe telaşım artıyordu.

Kızımdan bir yaş küçük oğlum ve henüz yedi aylık bebeğimden
çalabildiğim her dakikayı kızıma ayırıyor, ancak öğretmeniyle her
konuştuğumda büyük bir düş kırıklığı ile eve dönüyordum. 'Kızım acaba geri zekalı mı' diye düşündüğüm oluyor, bu düşünceler yüzünden beynimin zonklamasını geçirmek için iki, üç tane ağrı kesici almak zorunda kalıyordum.

O soğuk mart akşamında, sönmeye yüz tutmuş sobanın yanında, kızıma heceleri söktürebilmek için uğraşırken, onun ilgisizliği kalan son sabrımı da tüketti. Ayların birikimiyle kızı mı omuzlarından tutup, silktim ve minicik yanağına hatırladıkça utandığım' bir tokat attım. Yanağı kıpkırmızı oldu. Şaşkın ama kızgın baktı. Ağlamamak için minik dudaklarını sürekli büküyor, bakışları kalbimin ötelerine doğru ok gibi ilerliyordu.
Sessizliği bozan ben oldum.
"Neden? Nazlıhan neden? Niçin okumayı öğrenmek için gayret
göstermiyorsun? Sen aptal değilsin. Neden kendine aptalmışsın gibi davranılmasına izin veriyorsun?"

Bir an durdu, sonra sesinin bütün yırtıcılığı ve kiniyle, "Çünkü
ben okumak istemiyorum" diye haykırdı. Kulaklarıma inanamıyordum. Yüksek tahsil yapıp, iyi bir geleceği olacağını düşlediğim biricik kızım, benim, ben öğretmen Emine Özgenç'in kızı "Okumak istemiyorum" diye bağırıyordu.

Hayal kırıklığı ve şaşkınlık içerisinde "Neden?" diye sorabildim. "Çünkü ben senin gibi okuyup, öğretmen olup, çocuklarımı evde yalnız bırakıp işe gitmeyeceğim. Çalışmayacağım. Ben sadece anne
olacağım."

Kızım konuşmuyor, adeta beni tokatlıyordu. Başım dönüyor, gözüm kararıyor, bu sözlerin gerçekten kızıma mı ait olduğunu anlamaya çalışıyordum. Evet bu sözleri bana yedi yaşındaki kızım
söylüyordu.

"İnsan şimdi bayılmaz da ne zaman bayılır" diye düşündüm. Sanki birden, gözlerimin önünde bir sinema perdesi açıldı ve acı bir film
oynamaya başladı. Yozgat'ın Nohutlu Tepesi'nde, o her çıkışımda hiç bitmeyeceğini düşündüğüm yokuşun başındaki bir türlü ısıtamadığım evi hatırladım.

12 Eylül sonrası, eşimin (birçok insana yapıldığı gibi) hiç
anlayamadığım bir tarzda ve sebepsizce tutuklanıp cezaevine
götürülüşü. Aylarca tutuklu olduğu halde mahkemenin bir türlü başlamayışı. Yıllarca süren ve benim, eşimin neden tutuklandığını beraat ettikten sonra bile anlamadığım mahkemeler. Bakamadığım için dokuz aylık oğlumu Samsun'a, anneme bırakmam. Bakıcı ve anaokulu masraflarını karşılayamadığım için, iki yaşındaki kızımı her gün çalıştığım liseye götürüşüm. Yavrumun öğretmenler odasında koltuklarda uyuyuşu. Uykusunun en derin yerinde çalan teneffüs ziliyle yavrumun fırlayıp koltuklara oturuşu. Sonra müdürün beni çağırıp,

-"Bak Emine Hanım, biliyorum zor durumdasın ama seni gören herkes çocuğunu okula getirmeye başladı. Burası çocuk yuvası değil ki. Bir daha kızını okula getirme" deyişi.

O günden sonra iki buçuk yaşındaki kızımı o koskoca, o sopsoğuk evde, yalnız başına bırakıp, dönene kadar kızımı koruması için Allah'a yalvarışlarım. Acıkır ve susar diye etrafa bıraktığım su bardakları ve yiyecekler. Her akşam eve döndüğümde yavrumu bir köşede battaniyenin altında büzüşmüş buluşum.
-"Yavrum, iyi misin? Korktun mu?" diye sorunca,

-"Korktum, ağladım, ağladım, yoruldum, sustum, sonra yine ağladım" diyerek boynuma sarılışı. Bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden.

Bir türlü filmin sonu gelmiyordu. Nisan sonlarına doğru bir öğle paydosunda eve gelmiş ve zili çalmak zorunda kalmıştım. O sabah telaşla çıkarken anahtarı evde unutmuştum. Ama çok dert
etmemiştim. Nasılsa kızım evdeydi. Kapıyı açardı. Ama açmadı.
Açmadığı gibi sesinin bütün gücüyle "Anne" diyerek ağlıyordu. "Kızım, ben annenim, aç kapıyı" dedikçe o;

"Hayır sen annem değilsin. Sen kurtsun. Beni yiyeceksin" diye feryat ediyordu. Ne söyledimse inandıramadım. Dinlediği bir masaldan etkilenmişti besbelli. Yavrum, minik yavrum korkuyor ve ağlıyordu. Yarım saat uğraşmış, ikna edememiştim.
Yapacağım tek şey vardı. Bir şekilde içeri girmek. Ama nasıl? Kapıyı kıracak gücüm yoktu. Nohutlu Tepesi'nde çilingir ne gezerdi. İçerde yavrum feryat figan ağlıyordu.

Neden sonra alt kata inmeyi düşündüm. Kapıyı açan komşuma bir yandan olayları anlatıyor, bir yandan balkona doğru koşuyordum. Bir sandalye bulup balkona yerleştirdim ve üst kattaki evimin balkonuna ulaştım. Ben,153 santimlik ufak tefek kadın, bir sandalye yardımıyla nasıl olup üç metrelik tırmanışı gerçekleştirerek, üçüncü kattaki evimin balkonuna ulaştım. Hala anlamış değilim. Sanki görünmeyen bir el beni yukarı çekti.

Balkonun kapısı pek sağlam olmadığından, kilidi kolayca açıp içeri
koştum. Kızım kapının dibine oturmuş, başını bacaklarının arasına
sıkıştırmış ağlıyordu. Sarıldım, sarıldım, sarıldım... Göz
yaşlarım onunkiyle karıştı. Koynuma büzüldü. Sadece;

"Annem, anneciğim, kurt beni yiyecekti" diyebiliyordu. 

O gün öğleden sonraki ilk dersimi kaçırdım. Müdürün ikazına rağmen kızımı sınıfıma götürdüm. Önce müdür muavini, sonra müdür tarafından azarlandım ama hiç cevap vermedim. Sadece göz pınarlarımda iki damla yaş belirdi. Ve o yaşlar müdürün birden susup özür dilemesine sebep oldu.

Evet bu acı film bitecek gibi değil.

Kızımın sesiyle irkildim. "Ben okumayacağım. Anne olacağım diye feryat ediyordu. Feryat etmiyor sanki beni tokatlıyordu. Ona iyi bir anne olamadığımı ve bundan duyduğu rahatsızlığı bu sözlerle haykırıyordu yüzüme. Hayatımın hiçbir anında böylesine bir acı yaşamamıştım. Hiçbir söz yüreğimi ve belleğimi böylesine hırpalamamıştı.

Kızımın kestane rengi saçlarını okşadım. Tokadımla kızaran
yanağını öptüm. Başını göğsüme bastırdım. Onun hafızasında yer eden bütün acıları silmek istiyordum. En doğru, en eğitici sözleri bulmalıydım. Ama nasıl? Bu allak bullak beyinle nasıl?

Öylece ne kadar kaldık bilemiyorum. Bir ara konuşacak gücü
bulabildim.
"Kızım, her okuyan kadın çalışmak zorunda değildir. Sen iyi bir
anne olmak istiyorsun. Ben de iyi bir anne olmanı istiyorum. Ancak, okursan,bilgili olursan, iyi bir anne olabilirsin. Çalışmak zorunda değilsin ki. Sen de evde çocuklarına bakar, onlara okuma yazma öğretirsin" diye devam eden birçok cümle sıraladım peş peşe. Kızım ikna olmuş görünüyordu.

Ertesi gün okuldan geldiğinde onu masanın başında Cin Ali kitabını okurken buldum. Kızım, okuyup yazmayı aylar önce öğrenmiş fakat ısrarla herkesten saklamıştı.

Öğretmeni şaşkındı. "Nasıl olur da bir çocuk, bir günde bu kadar
ilerleme kaydedebilir?" diye soruyordu.

Bu sorunun cevabı öyle uzun ve anlaşılması öyle güçtü ki... O an susmak, en güzel cevaptı çünkü bu sorunun cevabını ancak ben ve Nazlıhan anlayabilirdik.

Emine Özgenç

14 Ağustos 2011 Pazar

ERMİŞ ÇOBAN (Alıntı)

Henüz yirmisinde olan genç bir delikanlı…
Bir kıza gönlünü kaptırmış, o derece âşık olmuş ki, sevdiğinden başka bir şey düşünemez, derdiniz kimseye anlatamaz olmuş.
–Ne haldesin, sana ne oldu? diyenlere mahzun bir tebessümle bakar, hiçbir şey söylemezmiş. Onun bu hali çevresinde bulunan herkesi merak içinde bırakıyormuş. Onun derdini birlikte çobanlık yaptıkları yakın arkadaşından başka kimse bilmezmiş. İki arkadaş gündüzleri köyün koyunlarını güder, geceleri de kaldıkları tek oda bir kulübede yaşarlarmış.

Günlerden bir gün, günlük işlerini yapmış, kulübelerine dönmüşler. Âşık olan çoban her zamanki gibi kulübelerinin az ilerisindeki bir kaya parçasının üzerine oturmuş, yaşlı gözlerle güneşin batışını izlemektedir. Diğer çoban da akşam yemeği için hazırlık yapmaktadır. Tam bu esnada kulübelerinin önüne gelen bir ihtiyarın sesi duyulmuş.
–Hey delikanlı!
Âşık çoban ihtiyarı duyacak durumda değilmiş. İhtiyar birkaç defa seslenir ama âşık çobanın duyacağı yok. Dışarıdan gelen sesi işiten diğer çoban kulübeden dışarı çıkınca ihtiyar bir adam karşılaşmış.
–Buyurun efendim! Bir şey mi istediniz?
İhtiyar:
–Evladım! Ben yolcuyum, susadım, bana içecek bir su verir misin?
Genç içeri girmiş, su kabını eline alarak ihtiyara vermiş. İhtiyar bir yandan suyu yudum yudum içerken, bir yandan da ileride duran gencin halini merak etmiş. Birkaç defa seslenmesine rağmen sesini duyuramadığından sağır mıdır acaba diye düşünmeye başlamış.
İhtiyar kendisine su veren çobana sormuş:
–Arkadaşın hasta mıdır?
Genç:
–O gecelerini uykusuz geçirmektedir. Kendine bakmıyor, yemeği, beslenmesi çok düzensiz… Kızdan başka hiçbir düşüncesi yok. Uykusu kız, yemesi kız, içmesi kız, çevresi kız, onun her şeyi kız olmuş… Aşk bu olsa gerek.
Genç çobanı dikkatle dinleyen ihtiyar sorar:
–Arkadaşın kime âşık olmuş?
Çoban:
–Padişahın kızına.
İhtiyar şaşkındır, az ileride konuşmalardan habersiz bir kaya parçasının üzerinde oturan gence bakar. Saçı sakalı birbirine karışmış, zayıf çelimsiz bir genç hali vardı.
Âşık çobanın arkadaşı:
–Efendim! Ben ona çok söyledim. Sen kim, padişahın kızı kim? Senin neyine padişahın kızına âşık olmak, ama dinletemedim.
İhtiyar:
–Çağır bakalım şu âşık çobanı da bir de onunla konuşalı, der.
Genç çoban arkadaşının yanına gider ve birlikte ihtiyarın yanına dönerler. Âşık çoban ihtiyarın yanına gelince, durumun çok daha vahim olduğu gözlerden kaçmamıştır. Genç çobanın ayakta duracak takati yoktur.
İhtiyar:
–Evladım bu halin nedir? Üzülme, çaresi olmayan dert, şifası olmayan hastalık yoktur, dedikten sonra derin düşüncelere dalar gider. Kısa bir sessizlikten sonra, ihtiyar, çobanlara yere oturmalarını söyledikten sonra anlatmaya başlar.

Kapılarına kadar gelen bu ihtiyar, devrin padişahının danışmanlarından biriymiş. Uzun yıllardır, padişah her sıkıntıya düştüğü meselede ilk danıştığı bu ihtiyar olurmuş. Padişah bu ihtiyarı çok sevmiş, onu kendine danışman yaparken bir istekte bulunmuştu: "Benim danışmanım olduğunu kimseye söylemeyeceksin, falanca dağın eteğinde bir kulübede yaşayacaksın, ben seni çağırınca geleceksin." O zamanlar genç olan bugünün ihtiyarı, padişahın talebini kabul etmiş ve yılladır dağın eteğindeki kulübesinde tek başına yaşıyor, boş zamanlarını da gül satarak geçiriyordu. Padişahın onu sevdiği gibi o da padişahı çok seviyordu. Bu yaşantıya sırf padişahı sevdiği için katlanmıştı.

İhtiyarı dinleyen gençler şaşkındır, hele âşık çoban şaşkınlıkla birlikte içinde ümit ışıkları yanmaya başlamıştır. Nihayet padişahla yakınlığı olan birine rastlamıştır.
Âşık genç sorar:
–Benim derdime bir çare bulabilir misin?
İhtiyar:
–Benim kaldığım kulübenin üst kısmında bir mağara var, sen oraya çekileceksin. Kırk gün hiç dışarı çıkmadan Allah, Allah diye zikirde bulunacaksın. Sonra talebine kavuşacaksın.
Âşık genç iyice şaşırmıştır, bu kadar kolay mıdır?
Âşık genç:
–Gerçekten bu kadar kolay mı? Ben şimdi elime tespihimi alacağım, mağarada kırk gün Allah lafzı celili ile zikir çekeceğim, sonra sevdiğime kavuşacağım, öyle mi?
İhtiyar:
–Evet, benim dediklerimi yaparsan, kırk günün sonunda sevdiğine kavuşacaksın.

Çoban sabahı beklemeden, arkadaşıyla vedalaşarak ihtiyarla birlikte hemen yola koyulur. Birlikte yol alırken çobanın morali yükselmiş, yüzüne renk, ayaklarına kuvvet gelmişti. İhtiyar, çobana mağaranın kapısına kadar eşlik eder. Kapıda çoban ile ihtiyar vedalaşırlar. Çoban hemen içeri girer ve Allah zikrine başlar. Niyetini padişahın kızına, dilini de Allah'ın zikrine yöneltir.
Aradan birkaç gün geçmiştir, çoban zaruri ihtiyaçlarının dışında sadece zikirle meşgul olmaktadır. Çoban mağarada zikirle meşgul olurken, civar köylerde bir söylenti kulaktan kulağa dolaşmaya başlar. Herkes birbirine şöyle diyordu: "Şu dağdaki mağaraya keramet ehli bir derviş yerleşmiş, gece gündüz zikirle meşgul olmaktadır." Söylenti artarak devam etmiş, sadece yakın köylere değil, zamanla kasabaya, oradan da ülkenin her tarafına yayılmış. Söylenti her yayılışta, bire bin katarak abartılıp çobana birçok kerametler izafe edilir.

Çobanın mağaraya çekilmesinin üzerinden bir ay geçmiştir ki, bir gün arkadaşı çoban onu ziyarete gelir. Mağaradaki kendini zikre o kadar vermişti ki, arkadaşının geldiğini fark etmemiştir. Seslendikten sonra ancak kendine gelebilmiştir. Kısa bir hasret gidermeden sonra, arkadaşı mağaradan ayrılır ve çoban zikre devam eder.

Kırk günün dolmasına üç–beş gün kala, çobanın şöhreti bütün ülkeye yayılmıştır. O kadar duyulmuştur ki; sarayda bile konuşulur olmuştur. Derken padişah da derviş haberini duyar. Bir gün padişah vezir ile bu meseleyi konuşur.
Padişah:
–Böyle Allah dostlarının yanımızda olması bize çok büyük faydalar sağlar.
Vezir:
–Sultanım! Elimizi çabuk tutalım, zikir ehli bir yerde fazla durmaz, onlar dünyayı dolaşırlar, bu dervişi saraya alıp, burada ikamet ettirelim.
Padişah:
–Güzel düşündün, var git dervişi al saraya getir.

Padişahtan talimatı alan vezir doğruca dağın yolunu tutar. Yanındakilerle birlikte çobanın yanına varır. Durumu çobana anlatır, çoban teklifi kabul etmez. Çoban direkt olarak padişahın kızını kendisine teklif edileceğini bekliyordu. Vezir, çobanı padişaha götürmek için her ne teklif yaptıysa, kabul edilmez. Üzgün bir şekilde saraya döner.
Padişah, vezirinden olanları öğrenince üzülür.
Vezir:
–Sultanım! Allah dostları dünya malına değer vermez. Derviş Efendi de bunun en güzel örneği oldu, der.

Vezirini dinleyen Padişah, bir de kendisi gitmeye karar verir. Hazırlık yaptırır ve yola çıkarlar. Padişah dağdaki çobana giderken ihtiyar danışmanına haber salmış, onu da yanına almıştı. Padişah maiyeti ile çobanın bulunduğu mağaranın kapısına gelir.

Tevafuk bu, padişahın mağaraya geldiğinde çoban inzivadaki kırkıncı gününün içindedir. Padişah, zikir halindeki çobana tekliflerini yapar. Çoban sessizce dinler, padişah bitirince, çoban zayıf ve kısık bir sesle "hayır istemem" der.
Padişah da, maiyeti de şaşkındır. Bu teklifler öyle kolay kolay reddedilecek teklifler değildir. Orada bulunanların hiçbiri bu işe bir anlam veremez. Herkes bu durumu âşık çobanın maneviyatının yüksekliğine bağlar. Padişahı reddetmesi, çobanın itibarını kat kat arttırmıştır.

Orada bulunanların içinde işin özünü bilen, sadece ihtiyardır. İhtiyar danışman padişaha der ki:
–Padişahım! Bu derviş Efendiyi kızınızla evlendirirseniz, amacınıza ulaşırsınız.
Padişah:
–Kabul eder mi?
İhtiyar:
–Edebilir, bir deneyelim, der.

Bu öneri padişahın hoşuna gider. O sırada padişahın mağaradaki dervişi ziyaret ettiği haberi çevre köy ve beldelere ulaşmış, haberi duyan dağa akın eder. Kısa zamanda dağda kalabalık bir insan topluluğu meydana gelir.
Padişah ile ihtiyar danışmanı arasında bu konuşma geçerken, gün akşam olmuş, güneş batmak üzeredir. Âşık çobanda huşu içinde zikrine devam etmektedir. Padişah ve danışmanı dervişe doğru ilerlerler.
Mağaranın kapısında çobana öneriyi yapar:
–Derviş Efendi, seni kızımla evlendireyim.

Padişah bu teklifi yaparken, âşık çobanın çoban arkadaşı da mağaranın kapısına kadar yaklaşmış, sevinci yüzünden okunmaktadır. Arkadaşı kaç yıldır hasretini çektiği sevdiğine kavuşacaktır. İhtiyar da ümitlidir zira çobanın bu mağaraya hangi gaye için kapandığını bilmektedir.

Güneş batmış, ufukta batan güneşin bıraktığı kızıllık vardır.
Çoban elindeki tespihi cebine koyar. Mağaranın kapısına gelerek cevabını verir:
–Hayır padişahım, kızınızla da evlenmek istemiyorum.

Şaşırmak sırası, ihtiyar danışmanda ve çobanın arkadaşındadır. Nasıl olur? Çoban bu mağaraya padişahın kızını alabilmek için kapanmıştır.

Dağ derin bir sessizliğe bürünmüştü. Herkes hayret içindedir. Bu dervişin gerçek manada Allah dostu olduğuna kimsenin şüphesi kalmamıştır. Çünkü ona yapılan teklifler, kimsenin reddedemeyeceği tekliflermiş. Sessizliği çobanın arkadaşı bozmuş:
–Sen ne yaptığının farkında mısın? Sen padişahın kızını elde edebilmek için neler çektin? Neredeyse hayatını kaybedecektin. Şimdi bunu elde ettin, ama kabul etmiyorsun. Sen kendinde değilsin.
Âşık çoban gülmüş. Padişaha, kalabalığa ve özellikle de ihtiyar danışmana dönerek şöyle demiş:
–Ben kırk gün padişahın kızına kavuşmak için Allah dedim. Rabbim de padişahı, maiyetini ve şu kadar insanı ayağıma getirdi, imkânlarını önüme serdiler. Ben eğer padişahın kızı için değil de, Allah için Allah demiş olsaydım…

EY DOSTLAR NASILSINIZ...M.Yerli


Nasılsın…!

Bu kelime nasıl bir kelime böyle hiç düşündük mü ?
Nasılsın..!
Bize nasılsın diyen bir yürek
Bizim bir başka yüreğe nasılsın dememiz
Hal hatır sormamız
Dostane bir ağızla nasılsın dememiz

Acaba nasıl bir hayat olurdu ?
Bize nasılsın denilmemesi
Dostumuzun kalmadığı
Bizi düşünenimizin kalmadığı bir dünyada yaşamak
Nasıl olurdu acaba
Nasılsınsız bir hayat

Bir hastane köşesinde hiç tanımadığımız bir hastaya nasılsın demek
Sokakta tanımadığımıza nasılsın demek
Hele hele bir yaşlıya nasılsın demek
Yüzündeki gülücükleri gözlerindeki parıltıları gördüğümüzde
Bu kelimenin sırrını nasılda anlıyoruz

Hey dostlar nasılsınız
Tanıdık tanımadık heeeey insanlar nasılsınız
Hayatta nasılsın diyen dostumuzun olması,
Hayatta nasılsın diyeceğimiz dostumuzun olması
Dileğiyle
Nasılsınız
Daim iyi olun hemi
KALPLERİN TEK SAHİBİ OLAN RABBİME EMANET OLUN…

12 Ağustos 2011 Cuma

ANNECİĞİM...


Anneciğim
Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!

Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin ardında yine gece var;
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış, çırpınmak için;
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Beni de beraber al anneciğim!...

 
Necip Fazıl Kısakürek

11 Ağustos 2011 Perşembe

KADINDAKİ KÜÇÜK KIZ (alıntı)

Bülent, avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam, görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu.

"Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor. Belki benden daha zengindir." diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı, bir de adama sinirlenmişti. Alaycı bir ses tonuyla:

- Ekmek parası mı istiyorsun? diye sordu.

- Hayır çikolata parası lazım!

Bülent'in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. “Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor” diye düşündü.

- Neden? Siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?

- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da bulamadıysak aç yatarız.

Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.

- Bugün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?

- Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim.

- Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış komedyen misin?

- Hiç biri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata götürmek istiyorum.

- Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.

- O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.

Adamın söyledikleri Bülent'in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı.

Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı. "Acaba söyledikleri gerçek mi, yoksa uyduruyor mu?" diye düşündü.

- Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?

Bülent'in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.

- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım.

Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.

- Oturun biraz dertleşelim bari, dedi. Adam çekingen çekingen oturdu yanına.

- Yok mu eşin dostun, borç alacak akraban?

- Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.

- Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?

- Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.

- Hımmmm. Aşk hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.

- Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.

- Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.

- Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.

- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım. Evimiz, arabamız, işimiz, gücümüz, her şeyimiz var, ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok, ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?

- Hiç bir şeyim yok mu? Hayır. Benim her şeyim var. Benim karım her şeyim. Sevgilim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev, araba, iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.

- Öyle deme. Şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet ediyor.Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?

- Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu, her gün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.

- Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu?

- Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.

- Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?

- Küçük kızı severek!

- Küçük kız mı ? Hangi küçük kız?

- Beyim! Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutu edersen, o kadını da o kadar mutlu edersin.

- Nasıl yani?

- Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?

- Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır "babacığım beni ne kadar seviyorsun?" diye sorar. Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda "Baba güzel olmuş muyum?" diye sorar durur.

- “Güzelsin” demem de yetmez ona. "Harikasın prenses gibi olmuşsun" demeliyim. “Dünyanın en güzel kızısın” demeliyim.

- İşte beyim! Kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen, doksan yıl da yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona "bebeğim" diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. "Bebeğim bana bir çay yapar mısın?" dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.

- Hiç kavga etmez misiniz siz?

- Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.

- Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.

- Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En ciddi ya da en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.

- Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok fzla oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.

- Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.

- Haklısın da bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.

- Yine para, yine dış sebepler. Evet. Para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu…

Adam ayağa kalktı:

- Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sende git evine küçük kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.

Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı adamın.

- Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.

Elini bırakıp koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.

- Hadi gel. Eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım, dedi.

Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla, bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu. Bülent de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.

Eve geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı. Sonra eşinin önüne koydu.

- Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri, dedi. İnci hiç konuşmadı.

-Sorsana "niye" diye.

İnci kızgın kızgın:

-Niye, diye sordu.

- Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek, dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. İnci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.

- Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.

- Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. "bak senin sevdiğin meyveleri aldım" demen. Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü alamazsın.

- Özür dilerim seni kırdığım için.

Sonra Bülent yere diz çöktü.

- Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme. Bülent yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.

İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.

- Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin, dedi.

Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü. “Bundan sonra her şey daha farklı olacak” diye düşündü.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

MAVİ PATİK (alıntı)


İhtiyar adam, tapu dairesinden çıkarken sevinçliydi. Oturduğu evin tapusunu çocuğunun üzerine kaydettirmişti.
İçinden "Ölümlü dünya" diye geçirdi."Biz öldükten sonra oğlumun birçok işlemle uğraşması gerekmeyecek. Neden eziyet çeksin yavrum!" 
Ömer'in kendisini neredeyse zorla doktora götürüşünü hatırladı.
"Kerata, amma da ısrar etmişti. Sağlığıma verdiği önem kadar ziyaretime de gelse ya." 
Eve döndüğünde, karısı onu karşıladı. Biraz durgun gibiydi. Adam, koltuğa oturdu, koynundaki tapu kâğıdını çıkardı,
"Bu nedir biliyor musun hanım?" diye sordu. Ve cevabını beklemeden anlattı: "Yarın ne olacağı bilinmez, vademiz gelir de ölürsek oğlumuz uğraşmasın diye, evin tapusunu onun üzerine yaptım." 
Eşi adeta fısıldadı: 
- Ömer de bugün gelmişti... Öğleden önce. 
- Öyle mi, vay hayırsız. Demedin mi uzun zamandır niye görünmüyorsun diye. 
Kadın, kocasını dinlemiyor gibiydi. Masadaki kâğıdı gösterdi, "Bunu getirmiş" dedi. Sesi titriyordu. Yaşlı adam, masaya uzandı, kâğıdın bir mahkeme kararı olduğunu gördü. İçinden yavaş yavaş okudu:
" Yaşı ilerlediği ve muhakemesi yerinde olmadığı doktor raporuyla tesbit edildiği için, taşınır taşınmaz varlıklarının, resmi vârisi oğlu Ömer tarafından idaresine karar verilmiştir."
Mahkeme kararı, yaşlı adamın elinden yavaşça yere kaydı. Oğlunun neden kendisini ısrarla doktora götürdüğünü anlamıştı.
Yüreğindeki sızıyı bastırmaya çalışarak, "3 senedir uğramadık; köydeki ev acaba nasıldır?" diye sordu eşine. 
- Canım ne olacak bir günde temizlerim ben, cevabını verdi kadın. 
- O evde dizlerin üşürdü senin. 
İhtiyar kadın, daralan göğsüne hafifçe elleriyle bastırdı. "Yüreğimin üşümesi daha kötü" diye düşündü. Kocasına, "Merak etme üşümem, üşümem" cevabını verdi.
Adam, tapuyu karısına uzattı. "Oğlan geldiğinde aramasın, görülebilecek bir yere koy" dedi.
Kadın, telâşla hazırlanıyordu. Fotoğrafları duvardan toplarken, oğlununkine bir an baktı; aldı; sonra çantaya koymaktan vazgeçti. Masadaki kâğıtların üzerine ters olarak bıraktı. En son duvardaki küçük bir patiği aldı, öptü; bu, büyük torununa ördüğü, ama küçük gelmeye başlayınca hatıra olarak sakladığı mavi patikti. Çantaya fotoğrafların yanına koydu... Mavi patik gözyaşlarıyla ıslanmıştı.

9 Ağustos 2011 Salı

BİLAL'İN YÜREĞİ (ALINTI)

"Birkaç yıl önce, bağlı bulunduğumuz Genel Müdürlük, dört arkadaşımla birlikte, beni bir ilimizde, memur statüsünde işçi almak üzere görevlendirmişti. Sözünü ettiğim ilde on personel alacaktık ve bunlar il müdürlüğü bünyesinde görevlendirilecekti.  Biz beş arkadaş birleşerek, sözünü ettiğim ile gittik.
Önceden ayrılan bir misafirhaneye indik. İle gelişimizi kimsenin duymasını istemiyorduk. Beşimizin de kanaati oydu ki, hak edeni kazandıralım, siyasi ve diğer baskılara boyun eğmeyelim.

Biliyorduk ki, katılım yoğun olacak ve herkes bir referansla bizi rahatsız edecekti, çünkü Türkiye'nin gerçeği buydu. Bunun için çok dikkatli davranıyorduk.

İle ikindi vakti gittik. İkindi namazını kılmak için tarihi bir cami olup olmadığını sorduk. Biliyorduk ki bu ilimiz cami bakımından biraz fakirdi. Tarihi bir cami olduğunu söylediler. Beş arkadaş, arabamıza atlayarak oraya gittik.
Kimse bizi tanımıyor, zaten cami de şehrin biraz dışında. İkindi namazı kılınmış, caminin avlusu boş. Beşimiz de şadırvana oturarak abdest almaya başladık. Ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarımı da sıyırmaya başlamıştım ki, ayaklarımın önüne bir takunya kondu.Bu takunyaları önüme kim bıraktı diye başımı kaldırınca, yüzüme tebessümle bakan, yirmibeş yaşlarında bir gençle karşılaştım:

"Ben buraları bilirim, siz yabancıya benziyorsunuz; namaz kılana hizmet, Allah'ın rızasını kazandırır. Allah kabul etsin!" dedi. Gencin tebessümü, davranışı bizi çok etkiledi.
Sordum:  "Sen kimsin? Adın nedir?"
"Adım Bilâl. Bu mahallede oturuyorum."
Bir an abdest almayı bırakarak, gençle ilgilenmeye başladım.
"Ne işle meşgulsün Bilâl?"
"Şimdilik işim yok. Ama inşallah yakında işe gireceğim."
"Nasıl olacak o?" dedim.
Yüzüne huzurun ve mutluluğun tebessümünü kuşanarak:
"Üç gün sonra bir devlet dairesinin müdürlüğünde sınavla adam alınacak. Rabbim, oraya girmeyi nasip edecek inşallah" dedi.
Arkadaşlarım da abdest alırlarken, Bilâl'le aramızda geçen bu diyaloğa kulak vermişlerdi.
"Peki Bilâl, bu zamanda işe girmek zor, senin torpilin var mı? Referansın kim? İşe nasıl gireceksin?"
Bilâl'in o mütevekkil halini hiç unutamıyorum! Hepimizin üzerinde bomba tesiri oluşturacak sözü söyleyiverdi:
"Benim referansım Allah (cc)'tır; ne güzel vekildir O. Dün gece O'na dilekçemi sundum. Hiç yetimin duasını geri çevirir mi O?"

Yâ Rabbi! Ne işe tutulmuştuk! Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Gözlerimin buğulandığını ona göstermemeliydim.
"Bilâl, baban yok mu?"
"Yok, ben üç yaşındayken ölmüş. Anneciğim büyüttü beni."
Temiz bir saflık üzerindeydi. Bütün söylediklerini gönülden söylüyordu. Bu, o kadar meydanda idi ki, kalbi adeta yüzüne vurmuştu.
"Askerliğini yaptın mı?"
"Yaptım ya, hem de çavuş olarak."
"Evli misin Bilâl?" Bir anda gözleri yere düştü. Yine o mütevekkil hâli bütün yüzünü kaplamıştı.
"He ya, evli değil de sözlüyüm. İnşallah, işe girer girmez hemen düğünümü yapacağım!"
"Ama Bilâl, üç gün sonraki sınav için o kadar kesin konuşuyorsun ki, sanki kazanmış gibisin!"
Gözlerini ufka dikti, daldı, sustu ve biraz sonra:
"Ben Rabbimi seviyorum, inanıyorum ki O da beni seviyor. Seven sevene yardım etmez mi?"
Ona söyleyecek lâf bulamıyordum.

Allah, bizi kocaman kocaman (!) müdürleri, Bilâl kuluna hizmet etmek için oraya göndermişti, adeta. Kim müdür, kim garibandı?
Bilâl dilekçesini büyük makama verince, melekler harekete geçtiler, daireler, müdürler harekete geçtiler ve hep birlikte ona koşmaya başladılar; çünkü emir büyük makamdandı. Allah'a malik olan insanın mahrumiyeti söz konusu olabilir miydi?
Sormaya devam ettim:
"Bari Bilâl, evlenecek kız bulabildin mi? Bu zamanda hem yetim, hem de işsize kim kız verir ki?"
Başını salladı ve "doğru" diyerek ekledi:
"Zor nişanlandım ya. Allah razı olsun, kayınpederim olacak olan insan, "Sözde Müslüman" değil, hakiki mü'min. "Bu zamanda namazında-niyazında damat nerde bulunur, hem rızkı veren Allah'tır" dedi ve kızını bana verdi. Rabbim rızkımızı verecek inşallah."

Bilâl lise mezunuydu. Üçyüz kişinin katıldığı yazılı sınavı başarıyla geçti. Ve bizler, önümüze sunulan -Bakanlık dahil- tüm referansları bir kenara koyarak, Bilâl'in referansını en öne koyduk.

Mülakât gününe kadar bizi göremedi. Mülâkata girdiğinde karşısında bizi görünce birden şaşırdı, yüzü kızardı ve gözleri yere düştü. Sessizliği bozdum:  "Bilâl, bizi tanıdın mı?"  "Evet!"  "Peki ne diyeceksin şimdi?"  Ağlamaya başladı. Çocuk gibi ağlıyordu. İster istemez bizler de ona uyduk. Hıçkırıklar boğazımızda düğümlenmişti. Bilâl, ellerini kaldırdı ve dua etmeye başladı:
"Ey Rabbim, ben niyazımı sana sunmuştum. Hâlimi sana açmıştım. Şimdi buradaki müdürlerime karşı mahcubum. Ey Allah'ım, ben senden başkasından istememeyi istedim, yine de öyleyim."

Sessizlik odayı doldurmuştu. "Ne olur bana izin verin çıkayım" dedi. "Peki Bilâl" dedik, "Güle güle, Allah işini, aşını, eşini mübârek kılsın!"

8 Ağustos 2011 Pazartesi

ATEŞİN AŞKI..(FİNCAN VE YAŞLI KADIN- A.YILDIRIM)

Yaşlı kadın, bir antika dükkânından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı.

Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi;

"Bana hayranlıkla baktığının farkındayım. Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.

Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu!

Kekeleyerek: "Nasıl? Anlayamadım?" diyebildi yaşlı kadın.

"Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp:

"Yeter! Lütfen dur artık!" diye bağırmak zorunda kaldım.

Ama usta sadece gülümsedi ve "Daha değil!" diye cevapladı beni.

"Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım:

"Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!"

Ama usta bana bakıp gülümsüyordu:

"Henüz değil!"

"Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu. Aklımdan şöyle geçiyordu: Beni yakarak öldürecek"

Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum:

"Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım!"

"Pencereden onun yüzünü görebiliyordum. Hala gülümsüyor ve "Daha değil!" diyordu.

"Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi.

"Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum.

"Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum!" dedim. Onun cevabı ise aynıydı: "Henüz değil!"

"Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. Korkudan ölecektim. "Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen!" diye bağırdım.

Fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. "Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!" diye düşündüm. Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine "Daha değil!" diyordu. Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm.

"Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi:

"Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?"

Ona "Evet" dedim.

Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum. Aynaya tekrar tekrar baktım ve "Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım."

"Evet bu sensin!" dedi usta. Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.

Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin.

Döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın.

Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın.

Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı.

Ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu.

Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde."

Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:

"Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet!

Bana zarar vereceğini düşündüm.

Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim.

Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum.

Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim…

Teşekkür ederim."

7 Ağustos 2011 Pazar

BUYUR DEMEDİ Mİ ?

Birisi her gece kalkıp Allah'ı anıyor, O'na dua ediyordu. Şeytan ona dedi: - Ey Allah'ı çok anan kişi, bütün gece “Allah” deyip çağırmana karşılık seni buyur eden var mı? Sana bir tek cevap bile gelmiyor, daha ne zamana kadar dua edeceksin? Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu ve uyudu. Rüyasında ona söyle denildi: - Kendine gel uyan! Niye duayı, zikri bıraktın? Neden usandın? Adam: - 'Buyur' diye bir cevap gelmiyor k! Kapıdan kovulmaktan korkuyorum, dedi. Bunun üzerine dendi ki ona: - Senin Allah demen, O'nun buyur demesi sayesindedir… Senin yalvarışın, Allah'ın senin ruhuna haber uçurmasındandır… Senin çabaların, çareler araman, Allah'ın seni kendine yaklaştırması, ayaklarındaki bağları çözmesindendir… Senin korkun, sevgin, ümidin Allah’ın lütfunun kemendidir… Senin her 'Yarabbi' demenin altında, Allah’ın “buyur” demesi vardır… Gafilin, cahilin cani, bu duadan uzaktır. Çünkü 'Yarabbi' demeye izin yok ona. Ağzında da kilit vardır, dilinde de… Zarara uğradığı zaman, ağlayıp, sızlamasın diye Allah ona dert, ağrı, sızı, gam, keder vermedi… Bununla anla ki, Allah'a dua etmeni, O'nu çağırmanı sağlayan dert, dünya saltanatından daha iyidir… Dertsiz dua soğuktur. Dertliyken yapılan dua gönülden kopar… MEVLANAx

http://www.versadeals.com/versa/product_info.php?products_id=1518&osCsid=499ec4bd5b2d9dc70f3d591249c64b1e

6 Ağustos 2011 Cumartesi

VEDA HUTBESİ...

Bismillahirrahmanirrahim
"Ey insanlar!
"Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha bulusamiyacagim.
"Insanlar!"Bugünleriniz nasil mukaddes bir gün ise, bu aylariniz nasil mukaddes bir ay ise, bu sehriniz (Mekke) nasil
mübarek bir sehir ise, canlariniz, malariniz, namuslariniz da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden
korunmustur.
"Ashabim!
"Muhakkak Rabbinize kavusacaksiniz. O'da sizi yapti olayi sorguya cekecektir. Sakin benden sonra eski
sapikliklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayiniz! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar,
bulunmayanlara ulastirsin. Olabilir ki, burada bulunan kimse bunlari daha iyi anlayan birisine ulastirmis
olur.
"Ashabim!"Kimin yaninda bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her cesidi kalidirilmistir. Allah
böyle hükmetmistir. Ilk kaldirdigim faiz de Abdulmutallib'in oglu (amcam) Abbas'in faizidir. Lakin
anaparaniz size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme ugrayiniz.
"Ashabim!""Dikkat ediniz, Cahiliyeden kalma bütün adetler kaldirilmistir, ayagimin altindadir. Cahiliye devrinde güdülen
kan davalari da tamamen kaldirilmistir. Kaldirdigim ilk kan davasi Abdulmuttalib'in torunu Iyas bin
Rabia'nin kan davasidir.
"Ey insanlar!"Muhakkak ki, seytean su topraginizda kendisine tapinmaktan tamamen ümidini kesmistir. Fakat siz bunun
disinda ufak tefek islerinizde ona uyarsaniz, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak icin bunlardan da
sakininiz.
"Ey insanlar!"Kadinlarin haklarini gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanizi tavsiye ederim. Siz kadinlari, Allah'in
emaneti olarak aldiniz ve onlarin namusunu kendinize Allah'in emriyle helal kildiniz. Sizin kadinlar üzerinde
hakkiniz, kadinlarin da sizin üzerinizde hakki vardir. Sizin kadinlar üzerindeki hakkinizi; yataginizi hic
kimseye cignetmemeleri, hoslanmadiginiz kimseleri izininiz olmadikca evlerinize almamalaridir. Eger
gelmesine müsade etmediginiz bir kimseyi evinize alirlarsa, Allah, size onlarin yataklarinda yalniz
burakmaniza ve daha olmasza hafifce dövüp sakindirmaniza izin vermistir. Kadinlarin da sizin üzerinizdeki
haklari, mesru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
"Ey mü'minler!"Size iki emanet burakiyorum, onlara sarilip uydukca yolunuzu hic sasirmazsiniz. O emanetler, Allah'in kitabi
Kur-ân-i Kerim ve Peygamberin (a.s.m) sünnetidir.
"Mü'minler!"Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanin kardesidir ve böylece bütün Müslümanlar
kardestirler. Bir Müslümana kardesinin kani da, mali da helal olmaz. Fakat malini gönül hoslugu ile vermisse
o baskadir.
"Ey insanlar!"Cenab-i Hakk her hak sahibine hakkini vermistir. Her insanin mirastan hissesini ayirmistir. Mirasciya vasiyet
etmeye lüzüm yoktur. Cocuk kimin döseginde dogmussa ona aittir. Zina eden kimse icin mahrumiyet vardir.
Babasindan baskasina ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden baskasina intisaba kalkan köle, Allah'in,
meleklerinin ve bütün insanlarin lanetine ugrasin. Cenab-i Hakk, bu gibi insanlarin ne tevbelerini, ne de adalet
ve sehadetlerini kabul eder.
"Ey insanlar!"Rabbiniz birdir. Babaniz da birdir. Hepiniz Adem'in cocuklarisiniz, Adem ise topraktandir. Arabin Arap
olmayana, Arap olmayanin da Araap üzerine üstünlügü olmadigi gibi; kirmizi tenlinin siyah üzerine, siyahin
da kirmizi tenli üzerinde bir üstünlügü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadir. Allah yaninda
en kiymetli olaniniz O'ndan en cok korkaninizdir.
"Azasi kesik siyahî bir köle basinza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'in kitabi ile idare ederse, onu
dinleyiniz ve itaat ediniz.
"Suclu kendi sucundan baskasi ile suclanamaz. Baba, oglunun sucu üzerine, oglu da babasinin sucu üzerine
suclanamaz.
"Dikkat ediniz! Su dört seyi kesinlikle yapmaycaksiniz:

  • Allah'a hicbir seyi ortak kosmayacaksiniz.
  • Allah'in haram ve dokunulmaz kildigi cani, haksiz yere öldürmeyeceksiniz.
  • Zina etmeyeceksiniz.
  • Hirsizlik yapmayacaksiniiz..

"Insanlar Lâilahe illallah deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri
zaman kanlarini ve mallarini korumus olurlar. Hesaplari ise Allah'a aittir.
"Insanlar!"Yarin beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?"
Saheb-i Kiram birden söyle dediler:"Allah'in elciligini ifa ettiniz, vazifenizi hakkiyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatta bulundunuz, diye
sehadet ederiz!"
Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (S.A.V.) sehadet parmagini kaldirdi, sonra da cemaatin üzerine cevirip indirdi ve söyle buyurdu:
"Sahid ol, yâ Rab! Sahid ol, yâ Rab! Sahid ol, yâ Rab!"

VEFASIZ AŞK...

Çok uzak bir adada yaşayan güzeller güzeli Ahtapot ve çok yakışıklı bir akrep birbirlerine aşık olmuşlar. Fakat ikisi de birbirinden korkuyormuş. Ahtapot akrepten onu zehirli iğnesiyle sokar diye , akrep ise Ahtapotun uzun kolları onu boğar diye.Fakat daha fazla dayanamayarak ikisi de birbirlerine kollarını uzatmışlar. Ahtapot ben kötü ihtimalle bir kolumu veririm, nasıl olsa yerine yenisi gelir, diye düşünmüş. Akrep ise ;Onun için kendimi feda edebilirim, demiş. Birbirlerini çok seviyorlarmış. O kadar mutlularmış ki bütün hayvanlar çok kıskanıyormuş onları...
Zamanla akrepten sıkılmaya başlamış ahtapot, aklında açık denizler varmış hep. Oralara gidip başka hayvanlarla tanışmanın hayalini kuruyormuş. Güzelliğini bu şekilde geçirmemek için Okyanuslara doğru yüzmeye başlamış. Terk edilen akrep günlerce sahilde onun dönmesini beklemiş. Ardından çok ağlamış fakat göz pınarları olmadığı için, hep içine akmış göz yaşları. Okyanusların en güzel sularında süzülen ahtapot yeni yerler gördükçe işte gerçek mutluluk diye düşünüyormuş içinden. Akrebi çoktan unutmuş. Derken birden bir balıkçı ağına dolanmış olarak bulmuş kendisini. Kurtulmaya çalıştıkça daha çok dolanıyormuş. Onu gemiye çekmişler. Balıkçılar ahtapotun kollarını kesip geri denize atmışlar. Kesilen kollarıysa içki masalarında meze olarak kullanılmak üzere bir restorana satılacakmış.
Canı çok yanan ve ne yapacağını bilemeyen ahtapot eski aşkı akrebe dönmeye karar vermiş fakat kolları olmadığı için yüzemiyormuş artık. Terk edilen akrepse onsuz olmaktansa ölmeyi tercih etmiş ve zehirli iğnesiyle kendisini sokmuş. Diğer hayvanlardan yardım isteyen ahtapot akrebe ulaşmak üzereymiş. Akrebin yanına vardığında ise akrebi ölmek üzereyken yakalamış. Akrep son nefesini verirken, "evet işte ben bu güzellik için kendimi feda ettim" demiş içinden. Gerçek aşkının akrep olduğu anlamış ahtapot. Ama artık ne ahtapotun onu saracak kolları kalmış, ne de akrebin onu tekrar sevebilecek kalbi..

SON PİŞMANLIK....

Hava gene çok soğuktu. Tommy ve kardeşi çok üşümüştü. Tommy burnunu hissetmiyordu artık. Eskimiş eldivenlerinden çıkan parmakları da buz kesmişti. Kardeşi;

- Tommy yine o lüks otelin duvarına gidelim, havalandırmasının olduğu o duvar çok sıcak oluyor, dedi.

Tommy;

- Evet ama biliyorsun otelin sahibi şikayet edince polisler geliyor, dedi.

Kız çok üşümüştü… Öksürerek;

- Lütfen Tommy çok üşüyorum, dedi.


Otelin önüne geldiklerinde kapının önünde ki siyah arabayı tanımıştı Tommy. Bu, otel sahibinin arabası idi, otelin havalandırmasının olduğu duvara yaslanıp, ısınıyorlar diye kız kardeşini ve onu sürekli polise şikayet eden adam bu idi. Gene sinirle etrafa emirler yağdırıyordu, otelin kapısından çıkarken.


Bir an Tommy karanlıkta bir şeyin adamın paltosunun cebinden düştüğünü gördü, adam arabaya binmişti bile. Tommy yerde duran karaltıya doğru yürüdü. Bu otel sahibinin cüzdanı idi. Araba tüm ihtişamı ile hareket ederken Tommy;

- Bayım, bakar mısınız, diye bağırdı...

Adam Tommy’i görünce;

- Yine mi siz? Ne arıyorsunuz gene burada? Sizi bu otelin etrafında görmeyeceğim bir daha demedim mi ben, diye bağırdı.

Tommy adamın suratına baktı ve sakin bir tavırla cüzdanı adama uzattı.

- Bunu düşürdünüz biraz önce, dedi.


Adam şaşkın bir ifade ile cüzdanı aldı biraz önce söylediklerine pişman olmuştu ama gene de;

- Eğer içinden bir sent bile kayboldu ise, diye sözünü tamamladı...

- Ben burada iken sayın lütfen.


Tommy bunları söylerken, adamın suratına öyle bir ifade ile bakmıştı ki, adam cüzdanın da ki parayı saymadan, paltosunu cebine koymak zorunda

kalmıştı.

- Hadi Ann, gidiyoruz, dedi kız kardeşine...


Çocuklar karanlıkta kaybolmak üzere iken adam arkalarından seslendi:

- Dur bir dakika!

Tommy arkasını döndü;

- Ne istiyorsunuz ? Bir daha otele yaklaşmamamızı söyleyecekseniz, buna gerek yok, çünkü bir daha gelmeyeceğiz buraya, dedi...

Adamın o kızgın tavırları yoktu artık yüzünde.

- Hayır onu söylemeyecektim. Eğer iş arıyorsan biz de bir kasiyer arıyorduk. Matematik kafan varsa çabuk öğrenirsin, dedi...

Çocuk arabaya doğru bir iki adım attı;

- Cüzdanındaki 100, 200 dolar için bana güvenmeyen birisinin kasasını teslim alamam. Yine de teşekkürler, dedi.

Ve kız kardeşi ile oradan uzaklaşırken, adamın bir kez daha, söyledikleri sayesinde, düşüncelere dalmasına sebep olduğunu bilemedi.


Adam uzun zaman o iki kardeşi görebilmek için bakındı durdu, ama çocukları otelin etrafında bir daha göremedi...


Şehrin arka sokaklarında büyük ihtişamlı arabası ile gezinirken adam, yine bütün asabiyeti ile bağırıyor ve aradıkları adresi bulamamanın öfkesini şoföründen çıkarıyordu. O sırada bisikleti ile hızla aşağı inen kasketli genci fark etti ve şoförüne;

- Dur biraz, şu gelen gence adresi soralım. O büyük bir ihtimalle burada oturuyordur, dedi…


Şoför arabayı kenara çekti ve pencereyi açtı, yokuş aşağı hızla gelen gence eliyle işaret etti.

- Bir saniye bir şey sorabilir miyiz, dedi.

Ama genç hiç durmadan yanlarından geçti gitti.

Adam çok sinirlenmişti söylenmeye başladı;

- Bunlarda kibarlık ne gezer, bunlar aile terbiyesi görmemişler ki, kenar mahalle çocukları hepsi.


Tam bunları söylerken arabanın dikiz aynasından çocuğun biraz ileride çok zor da olsa durup geri geldiğini gördü. Çocuk arabanın yanına gelince durdu ve pencereye eğilerek;

-Özür dilerim. Sizin işaretinizi geç fark ettim. Bisikletimin fren bozuk.

Ancak uzakta durabildim. Bir şey mi soracaktınız?


Adam gözlerine inanamadı. Bu, o gece cüzdanını getiren gençti. Tommy’nin, bu adamı yaptıkları ve söyledikleri için üçüncü kez utandırışı idi...


Adam arabadan indi ve Tommy’nin yanına gelerek omzuna elini attı:

- Bak evlat! Kaç aydır ben sizi arıyorum. Sana güzel bir teklifte bulunacaktım. Gel benim yanımda çalış, ne kadar para istersen veririm. Ben sende, para kazandıkça yavaş yavaş kaybettiğim insanlığımı buluyorum, dedi...

Çocuk adamın sözünü bitirmesini bekledi ve şöyle dedi;

- Üzgünüm efendim ama insanlığı ve vicdanı para ile satın alamazsınız. Hoşçakalın!

Tommy bisikletine binip oradan uzaklaşırken, adam Tommy’nin hâlâ arkasından bakıyordu.


Ve yıllar önce ona aynı teklifte bulunan patronunun teklifini kabul ettiği için ilk kez pişmanlık duymuştu...

Evet, şimdi çok parası vardı, ama insanlığını kaybetmişti. Tıpkı yıllar önce insanca tavırları için onu seven ve işe alan patronu gibi.

4 Ağustos 2011 Perşembe

DOSTLUK ÇEŞİTLERİ (Asım Yıldırım)

Yüz yüze dostluklar vardır;

Güneşle ayçiçeğinin dostluğu, böyle bir dostluktur mesela.

Ayçiçeği sabahtan akşama kadar hiç ayıramaz yüzünü güneşten...


Uzak dostluklar vardır;

Denizlerin ortasındaki bir adayla, dağların arasındaki bir göl, birbirlerinin uzak dostlarıdır.

Dostluklarını gündüz kuşlarla, gece yıldızlarla iletirler birbirlerine...


Sessiz dostluklar vardır;

Dilsiz bir adamla, duymayan bir başka adamın elleri arasında sessiz bir dostluk oluşur.

Her şeyden konuşur sessizce bu eller...


Zorunlu dostluklar vardır;

Pazar ile Pazartesinin dostluğu gibi. Pazar ağır bir gündür, Pazartesi hızlı bir gün...

Ayak uyduramazlar birbirlerine. Ama dost olmak, yan yana durmak zorundadırlar...


Uzun dostluklar vardır;

İkindi güneşinin altında uzayan gölgeler birbirlerine kavuşurlar ve uzun boylu bir dostluk oluşur aralarında...


Günün birinde ölen dostluklar vardır;

Bir bahçe içindeki ahşap ev ile yanı başında duran ceviz ağacının dostluğu gibi...

Bir gün kocaman elli adamlar ve kocaman gövdeli makineler o bahçeye girip de, bir süre sonra evin ve ceviz ağacının yerinde asık suratlı binalar yükseldiği zaman ölen dostluklar...


Vakitsiz dostluklar vardır;

Bir peçete, bir kağıt mendil vakitsizce dostu oluverir gözlerimizin...

Ya da ayrılırken verilen bir dal karanfil ellerimize o anda gelen dostluktur...


Bakımsız dostluklar vardır bir de...

Zaten var, zaten dostuz deyip yıllarca bir telefonun, bir kaç cümlelik mektubun bile çok görüldüğü dostluklar...


HİÇ BİR DOSTLUĞUN BAKIMSIZ KALMAMASI DİLEĞİYLE...

CENNETLİK EŞ...

Genç kızlarımıza sohbetleriyle rehberlik yapan, çoğunun elinden tutan bir okuyucumuzun bir hatırasını aktarmak istiyorum:


“Stuttgart Waiblingen bölgesinde iki yılı aşkın haftalık çevre sohbetlerinden tanıdığım bir hanım telefonda şöyle ağlıyordu:

‘Hocahanım, bizim burada bir komşu, kızını kaybetti. 18 yaşındaydı. Gencecik yaşında birden bir ölüverdi. Annesi adeta çılgına döndü. Sürekli isyanda;

“-Keşke, kızım şöyle şöyle olsa idi de ölmese idi,” diye feryat figan ağlıyor. Ne olur bir gelseniz onunla siz konuşsanız. Sizi az çok tanıyor. Size saygısı var, belki sizi dinler. Biz ne yapacağımızı şaşırdık…’ 


Ertesi gün gittim ve beni ölen genç kızın evine götürdüler. Evde matem, yas... Anne bir köşede hiç durmadan ağlıyor. Bir ara, biraz sakinleşince kadın bana şunları anlattı:

“-Kızım, ben ve babası her sene olduğu gibi geçen sene de memleketimiz 
İzmir’e tatile gittik. Evimizin karşısındaki apartmanda bir genç adam oturuyor. Terbiyesi, asaleti, giyimi ve duruşu ile kızımın dikkatini çekmiş. 
Bana:

-Anne bak! Evlenebileceğim genç, dedi. Biz de ‘tanışalım’ diye bir 
tanıdığı ile haber gönderdik ve tanıştık. Maksadımızı arz ettik. Genç adam üniversite okuyan dindar ve kültürlü biri idi. 


Kızıma:

-Aramızda kültür farkı var. Siz açık gezen bir hanımsınız, bense
eşimin tesettürlü ve mazbut bir insan olmasını isterim, deyince kızım;

-En kısa zamanda dinimi öğrenecek ve tatbik edeceğim, bana zaman ver, dedi. 


Ertesi yaz buluşmak üzere anlaştılar. Kızım ilk iş olarak kendisine dinimizi anlatacak, öğretecek bir yer aradı ve buldu. Çok büyük bir gayretle, dinî bilgiler öğreniyor, namazlarını kılıyordu… 


Böylece izin bitti ve Stuttgart’a döndük. Burada bir göz doktorunun yanında sağlık teknisyeni olarak çalışıyor, iş zamanından arta kalan zamanında da Kur’an–ı Kerim’i öğrenmek için çok gayret sarf ediyordu. Gelirken getirdiği mantoyu ve eşarbı evde giyip;

-Anne yakışıyor mu? diyordu.

Bütün samimiyetiyle İslam’ı öğreniyordu… 


Sivaslı bir komşumuz onu oğluna istemiş, o ise “ret” cevabı vermişti. Fakat o, bunu gurur meselesi yapmayarak Kur’an–ı Kerim’i öğrenmek için onlardan yardım istemişti. 


Bir gün, ‘Başım ağrıyor.’ diye doktora gitti. ‘Bir şeyin yok.’ demişler. Ama baş ağrısı devam ediyordu. Göz, kulak ve diş tahlillerinin sonucunda da bir 
şey bulamamışlardı. Ama başının ağrısı da bir türlü geçmek bilmiyordu. 


Bana anlattığına göre, bir gün, evde kimse olmadığı halde, evimize bir genç delikanlı gelip ona kırmızı bir gül getirmiş ‘Ben ahiretten geliyorum, Allah–u Teala Hazretleri seni benim kısmetim yazdı, cennette sen benimsin. Burada evlenmeyeceksin.’ demiş.


Baş ağrısı durumu 15 gün sürdü. Son çare olarak Şule’yi hastaneye tahlil 
için aldılar. Araştırmalar neticesinde hiçbir şey bulamadılar. Bir gün hastaneye gittiğimde yattığı odanın penceresinden bakıp bana şöyle dedi: 
‘Anne! Cennet ne kadar güzel.’

Döndüm ve baktığı tarafa baktım, gördüğüm sadece park etmiş arabalardı. Ama o büyülenmiş gibi mutlu bir şekilde pencereden bakıyordu… 


Bana dedi ki: ‘Anneciğim, beni yarın saat 8.00’de götürecekler.’ dedi. Çılgına döndüm. Babasına koştum, ‘Kızımız ölüyor, yetiş.’ dedim. Babası da çaresiz yüzüme baktı. Söylediklerine inanmıyorduk; ama yine de endişe ve telaşımız had safhadaydı. ‘Ya doğruysa.’ diyordum. O gece hiç uyuyamadım. Ertesi gün sabah 7.00’de hastanedeydim. Babası koridorda, içeri girmeye dayanamamış, çaresiz ağlıyordu. İçeriye girdim. Kızım bana şöyle vasiyette bulundu:

“Anneciğim, ben ölünce sakın ağlama. İzmir’deki o gence de benden selam
söyle, Cenab–ı Hak ona mutluluklar versin. Ona minnettarım, dinimi
öğrenmeme sebep oldu. Anne, bu fakir gence maddi yardımda bulun ve onu istediği bir kızla evlendir. Hesabımda onun evlenmesi için yeterli miktarda para var.” Bu arada sık sık saate bakıyordu. Sonra büyülenmişçesine;

“-Geldiler,” dedi… 


Yüzüme baktı, korku ifadesi vardı.

“-Anne, Azrail’in ayakları ne kadar büyük” dedi, “Odanın uzunluğu kadar. Babama selam söyle.” dedi. Başını yastığa koydu, kelime–i şehadet getirdi ve kızım öldü! 


Adeta çıldırmıştım. Odadan kendimi dışarı attım, “Bey” dedim “Kızımız öldü.” İkimiz tekrar odaya daldık ama kızımız vefat etmişti. 


Daha sonra bizden istediklerini yerine getirdim… Şimdi söyler misiniz, ben bu acıya nasıl dayanırım?’


Abdullah Aymaz